Hangisi doğru söylüyor? Suriye sorunu konusunda ilerleme kaydettik diyen John Kerry mi, Suriye Başkanlık seçimi sonuçlarını kabul etmemekte ısrar eden Laurent Fabius mu?

Suriye’ye ilişkin olarak, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde oybirliğiyle alınan 2254 sayılı karar, « ateşkesle paralel olarak yürütülecek siyasal süreç arasındaki sıkı bağın » altını çiziyor. Çatışmayı durduracak olan bu adım, Ortadoğu’daki gerilimlerin azalmasını da kolaylaştıracaktır.

Ama ortada bir sorun var: Güvenlik konseyinin üç daimi üyesi olan ABD, Fransa ve İngiltere, karar metninde « şiddetle desteklediklerini » söyledikleri, « Suriye Arap Cumhuriyetinin toprak bütünlüğünü ve egemenliğini » ağır bir şekilde çiğneyen ülkelerdir. Karar metninde « büyük kaygıyla izlediklerini » belirttikleri « Suriye’de teröristlerin giderek artan yükselişini » organize edenler yine aynı ülkelerdir. Dolayısıyla « ateşkes », özellikle de NATO’nun bu üç güçlü ülkesine ve Suriye’ye karşı yürütülen gizli savaşın ileri karakolu olan Türkiye’ye bağlıdır. Aynı zamanda, bu savaşta ve diğerlerinde elini kana bulayan bir başka güce İsrail’e de bağlıdır. Peki, bu ülkelerin gerçek niyetleri nedir?

Olgular fazla söze gerek bırakmıyor. 18 Aralık’ta, yani Güvenlik Konseyinin Suriye’de « barış için yol haritasını » ilan ettiği günde, NATO, « Suriye ile olan sınırlarını koruması için » için Türkiye’ye Alman ve Danimarkalı savaş gemilerinin ve AWACS uçaklarının gönderileceğini duyuruyordu. Bu karar aslında, IŞİD’e karşı müdahalesiyle savaşın dengelerini Şam’ın lehine değiştirmeye başlayan Rusya’ya karşı doğrudan yapılmış bir hamleydi. Yine ertesi gün NATO, « havadan karaya gözetleme » yani ABD ve NATO’nun stratejik nişangahında yer alan ülkelere yönelik casusluk faaliyetleri için, Sigonella’da konuşlandırılacak olan Global Hawk insansız hava uçaklarından ilkinin hazır olduğunu duyurdu.

Yine Güvenlik Konseyinin Ortadoğu’da « barış için yol haritasını » ilan ettiği aynı gün, Almanya İsrail’e nükleer saldırı denizaltılarından beşincisini teslim ettiğini açıkladı. Der Spiegel’in de belgelediği gibi, ABD’deki türevlerinin benzeri olan, 1500 km menzilli Popeye Turbo denizden karaya nükleer füze atışları için tadil edilmiş « dolphin» denizaltılarıdır bunlar. İsrail’in Rahav (Poseidon) olarak adlandırdığı ve üçte birini Alman Hükümetinin üstlendiği 2 milyar dolara mal olan yeni denizaltıyla birlikte İsrail, bölgedeki tek nükleer güç olma konumunu güçlendirdi. Bu arada, İsrail’den farklı olarak Nükleer Silahların Sınırlandırılması Anlaşmasına imza atan İran’ın nükleer silah yapımından vazgeçtiğini ve Suriye’nin de İsrail’in elindeki nükleer ve kimyasal silahlara karşı denge unsuru olarak ürettiği kimyasal silahlarını teslim ettiğini hatırlatmamızda yarar vardır.

Güvenlik Konseyinin Suriye’nin « toprak bütünlüğünü ve egemenliğini » bir kez daha teyit etmesinden bir gün sonra, 19 Aralık’ta, İsrail iki bombardıman avcı uçağından fırlattığı füzelerle Şam’da bir binayı içindeki sivillerle birlikte hedef aldı ve Lübnanlı militan Samir Kantar’ı katletti. Lübnan ve Filistin’in bağımsızlığı için mücadele verdiği için 30 yılını İsrail zindanlarında geçirdikten sonra, 2008 yılındaki bir esir değişiminde serbest bırakılmış, IŞİD’e karşı savaşmak için Hizbullah’a katılmış ve bu yüzden de adı, Washington tarafından « dünya çapında teröristler » listesine eklenmişti.

Bunlar olurken Güvenlik Konseyinde Suriye’de ateşkesi savunan Fransa, Katar’a teslim edeceği 24 Rafale avcı bombardıman uçağının ön ödemesi olarak kendisine 7 milyar dolarlık ödeme yapıldığını açıkladı. Katar rejimi, ülkeye gizlice sızdırdığı komandoları da kullanarak, Libya’yı enkaza çeviren savaş sonrasında Suriye’deki savaşı da kışkırtmıştır. Hem de bütün bunları, IŞİD’e ve diğer terörist gruplara milyarlarca dolar finansman sağladıktan sonra, ABD önderliğindeki « IŞİD karşıtı » koalisyona katılan ve « teröre karşı İslam ittifakı » girişiminde bulunan Suudi Arabistan’la birlikte yapmıştır.

Çeviri
Osman Soysal
Kaynak
Il Manifesto (İtalya)