Bir siyasetçi ateist, agnostik ya da inançlı olabilir. Tanrıya hizmet ettiğini iddia etmesi siyasi partisini bir Kilise yapmaz.

Kimi okuyucularımız Müslüman dünyasındaki gelişime ilişkin bir önceki makalemizi yanlış anladılar. Dolayısıyla bugün içerisinde bulunduğu durumu olabildiğince ayrıntılarıyla tanımlamadan önce, İslam ile ilgili sorunları toparlamaya çalışacağım.

İlk olarak, İslam’a ilişkin kesin hükümlü bir düşünceniz varsa, Fas’tan Sincan’a bu dinin çeşitli biçimlerinden ancak birini biliyorsunuz demektir. Dinsel törenlerin usulü ya da hukuksal anlamda olsun, Sharjah Emirliğindeki ile Cava Adasındaki İslam arasında hiçbir benzerlik yoktur.

Bu din, Kuran’ın doğrudan ya da bağlamsallaştırılmış okumasıyla ya da hatta bugünkü Kuran metninin özgünlüğünün eleştirisinden hareketle ele alınabilir.

İslam’ın ilk dört yüzyılı boyunca, tüm Müslümanlar Kuran’ın yorumlanması gerektiği üzerinde mutabık kalmışlardı ki bu da, yerel kültürlere göre birbirinden farklı dört hukuksal sistemin geliştirilmesine yol açtı (Hanefi, Maliki, Şafi ve Hanbeli). Ancak X. yüzyılın sonunda, bu dinin yayılımını değerlendiren ve sürekli olarak bölünmesinden çekinen Sünni halife Kuran’a getirilen yorumların daha da ileriye götürülmesini yasakladı. Bunu sadece Şiiler sürdürmeyi başarabilirler. O dönemden beri İslam zamanın gereklerine olabildiğince ayak uydurmaya çalışmaktadır.

Görünenin aksine, eğer metni yorumlamayı reddedersek, onu yazıldığı dönemdeki anlamıyla değil ama sadece kendi kültürü aracılığıyla anlamamız mümkündür. Muhammed’in Arabistan’da yaşamış olmasından hareketle, Suudiler sanki dilleri ve toplumları 1 400 yıldan beri hiç gelişmemiş gibi Kuran’ı kendiliğinden olduğu gibi anladıklarını düşünmektedirler. XVIII. yüzyılda Muhammed bin Abdülvahab gibi onlar da Muhammed’in göçebe aşiretlerinin değerlerine öncelik verdiğini düşünmektedirler. Bunlar « Vahhabilerdir ».

Örneğin Kuran putlara karşı çıkmaktadır, dolayısıyla da Vahhabiler, Muhammed’in hiçbir zaman yapmadığı halde ama bedevi kültürüne uygun olarak, antik dönem krallarının heykellerini yıkarlar. VIII. yüzyılda Bizans Hıristiyanları da aynı şekilde İsa adına kilise süslemelerini tahrip eden Suudi « ikonoklastlarıyla » mücadele ettiler.

Göçebe aşiretçiliği tarih anlayışına da yabancıdır. Vahhabiler, hacılar tarafından bir ziyaret mekanı haline dönüştürüldüğü ve dolayısıyla da inançlarına göre putlaştırıldığı için, Peygamberlerinin Mekke’de bulunan evini yıktılar. Ama bununla da yetinmediler. Eski yapılara kültürel olarak hiç önem vermedikleri için, son yıllarda eski ve muhteşem Mekke şehrinin tamamını tahrip ettiler.

Eğer Kuran’ın doğrudan okumasını temel alırsak, « köktenciyiz » demektir. Genellikle Peygamberin yol arkadaşları gibi yaşamak niyetindeysek, o zaman « Selefiyiz » demektir, çünkü öncü atalara (« Selefler ») yaklaşmayı denemekteyiz. XIX. yüzyılda Mısır’da doğan bu hareket Vahhabiliğe tepki olarak ortaya çıktı ve o dönemlerde olabildiğince liberaldi. Oysa günümüzde çok baskıcı bir hal aldı. Örneğin, bugün Selefilerin çoğunluğu alkol tüketimini yasaklamaktadır ama bazı şeyhler aksine ölçülü alkol tüketmenin caiz olduğunu belirtmektedirler. Herkes savını desteklemek için bu konuya ilişkin birbiriyle çelişkili üç sure içeren Kuran’ı öne sürmektedir.

Tüm dinler, geçmişin kimsenin yeniden aynı şekliyle oluşturamaması sıkıntısıyla karşı karşıyadır. Örneğin XX. yüzyılda Hıristiyanlardaki karizmatik hareket, İncil’e ya da Pavlus’un Mektupları’nı doğrudan temel almalarına göre cinselliğe ilişkin birbiriyle karşıt anlayışların oluşmasına neden olmuştur.

Birkaç yıldan beri, Avrupalı yorumcuların kutsal kitap metinlerinin yazımına ilişkin gerçekleştirdiği çalışmanın etkisinde kalan bazı yazarlar Kuran metninin özgünlüğünü sorgulamaktadırlar. İlk olarak, Şam’daki Halife otoritesini daha da pekiştirmek için, Muhammed’e ait olduğu belirtilen metinleri bir araya getirtmiş ve bunlarla Kuran’ı oluşturmuş, ardından diğer tüm antolojileri yaktırtmıştır. Öte yandan « Muhammed » ismi belirli bir insanı tanımlamamaktadır; bilgelere verilen bir unvandır. Dolayısıyla da, kutsal kitap metnindeki farklı yazınsal tarzların varlığının da desteklediği gibi, Kuran’ın birden fazla Peygamberin sözlerini bir araya getirmesi muhtemeldir. Arkeologlar bilinen sürümden öncesine ait Kuran metinleri keşfettiler. Farklı alfabeler kullanılarak yazılan bu metinler arasında kimi zaman çok anlamlı farklılıklar vardır. Bu arada Kuran’ın bugünkü sürümü ancak daha sonra VIII. yüzyılda tamamlanan basitleştirilmiş bir alfabeyle yazılmıştı. Bu el yazısı metin dahi bizzat bir yorumdur ve kimi zaman tahrifata uğramış olması olasıdır.

Hiç kuşku yok ki, Kuran’ın kimi sureleri bölgedeki Hıristiyanlar tarafından kullanılan daha eski metinleri tekrarlamaktadır. Bunlar Arapça olarak değil ama Aramice yazılmışlardır ve bazı özgün sözcükler nihai metinde olduğu gibi yer bulmuştur. Bunlara ilişkin günümüzde yapılan okumalar birçok anlamsızlıklara neden olmaktadır. Bu şekilde örneğin « huri » sözcüğü –cennette ödüllendirileceklerini sanan IŞİD’li canlı bombaların pek hoşuna gitmeyecek olsa da- « büyük gözlü bakireler » değil ama « beyaz üzüm » anlamına gelmektedir.

Buraya kadar, işler henüz karmaşıklaşmamıştır: İslam, Kuran’ın dinidir. Öte yandan gelenek, peygamberin altın yaldızlı efsanesine, yani Hadislere hemen hemen eşdeğer bir önem vermektedir. Çoğunlukla kaleme aldıkları olaylara tanık olmaları mümkün olmayan kişiler tarafından yüzyıllar sonra yazılmış eserler söz konusudur. Bunlar tek bir yaşam süresine sığamayacak kadar çok sayıdadır. Çok farklı ve birbirileriyle çelişen görüşleri sergilemektedirler. Hadislerin bazıları çok şaşırtıcı bir entelektüel düzeye sahiptir ve herhangi bir şeyi meşrulaştırmak için kullanılmaya uygundurlar. Bu hayal ürünü metinlere hak etmediği düzeyde verilen önem, Kuran’ın mesajının derinden saptırılmasına neden olmuştur.

Uygulamada bütün bu tartışmalar asıl olan sorunu maskelemektedir: eğer din dediğimiz şey insanoğlunu Tanrıya bağlamayı deneyen şey ise, ister istemez her türlü aldatmacanın mekanıdır. Zira bizden tamamen farklı ve üstün bir doğaya sahip ise nasıl Tanrıyı tanıdığımızı iddia edebiliriz? Ve peygamberler aracılığıyla kendini ifade ettiğini kabul etsek bile, bize söylediklerini anladığımızı nasıl iddia edebiliriz? Bu bakış açısıyla Tanrının –yani bizden üstün bir iradenin- varlığı sorununun artık hiçbir anlamı yoktur. Örneği Hıristiyanlarda Aziz Nazianzeli Gregorius ya da Aziz Assisili Francesco bu fikri destekliyorlardı.

Yine bu bakış açısı içerisinde, Tanrıya yaklaşma –yani onun hükmünü uygulatmak değil ama onu daha bilinçli hale getirmek için insan doğasını geliştirme- arayışında olan insanlar deneyimlerini paylaşma ve dolayısıyla da Kiliseler oluşturma eğilimi içerisine girmişlerdir. Bunlara işlerlik kazandırabilmek için görevliler, rahipler ya da imamlar eğitmek eğiliminde olmuşlardır. Hıristiyanlıkta bu görev ancak III. yüzyılda yani İsa’nın ölümünü izleyen birçok kuşak sonrasında ortaya çıkmıştır. Tüm dinlerde bu ruhban sınıfı, sonuç olarak laiklerle Tanrı arasında bir statüyle ödüllendirilirler. Oysa büyük dinlerin kurucularından hiçbiri bizzat ne bir Kilise, ne de ruhban sınıfı oluşturmuştur.

Üstelik Avrupa, Roma İmparatorluğunu yıkan büyük istilalar (Hunlar ve Gotlar), Müslüman dünyası da aynı şekilde Moğol istilaları (Cengiz Han ve Timur) ile müthiş bir geriye dönüş dönemi yaşamıştır. Bu travma her ne kadar Avrupa dünyasında üç yüzyıl kadar sürmüş olsa da, Arap dünyasında Osmanlı ve Avrupalı sömürgeleştirmeleriyle suni olarak daha da uzatılmıştır. Bunun Hıristiyanlığın ya da İslam’ın tarihiyle hiçbir ilgisi olmasa da, bu geriye dönüşlerin genele yayılan bir günahın sonuçlarını olduğunu iddia eden ruhbanlar da ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla da altın devirlerine geri dönmek için, bunları yeniden inşa etmek değil ama öğretilerini izlemek yeterlidir.

Ruhbanlar önlenemez bir şekilde siyasete atılmış ve dünyaya ilişkin bakış açılarını Tanrı adına dayatma iddiasında olmuşlardır. Bunu onlarla laikler arasındaki rekabet izlemiştir. Böylece büyük istilaların travması atlatıldıktan sonra, « tanrısal hukuk » alanında laik monarşi klerikal papalık ile çatışmaya düşmüştür. Müslüman dünyası içerisinde bir azınlık oluşturan Arap dünyasında, bu çatışma sömürgelerin sona ermesi ve bağımsızlık hareketlerinin ortaya çıkışıyla yaşanmıştır. Milliyetçi liderler (Nasır, Ben Barka) Müslüman Kardeşler engeline takılmışlardır. Soğuk Savaş süresince, birincileri Sovyetler, ikincileri ise NATO desteklemiştir. SSCB’nin dağılması milliyetçi kampı zayıflatmış ve bir İslami dalgaya dönüşmüştür. Daha da ötesi, « Arap baharı » Müslüman Kardeşler’in önünü açmak için milliyetçileri nihai olarak ortadan kaldırmaya yönelik bir NATO operasyonuna dönüşmüştür. Bu hareketleri destekleyen kitlelerin hiçbir şekilde demokrasiyi kurumlaştırmak gibi bir arayışları yoktu. Aksine, Müslüman Kardeşler’i iktidara getirerek, ideal bir toplum ve yeni bir İslami altın çağ yaratacaklarına inanıyorlardı. O günlere göre artık yelkenleri suya indirmiş durumdadırlar.

Müslüman Kardeşler’in siyasi partisi 1951 yılında, İngiliz gizli servisleri tarafında Hasan el-Banna’nın aynı isimli örgütünün kalıntıları üzerinde yeniden oluşturuldu. Usame bin Ladin’den Ebubekir el-Bağdadi’ye varıncaya kadar terörist örgütlerin liderlerinin tamamını eğiterek Müslüman dünyasındaki teröristlerin matrisi haline gelmiştir. Bu siyasi parti ve silahlı örgütleri, emperyalist güçlerle işbirliği içerisinde faaliyet yürütmektedir. Bu faaliyetin hiçbir dini yanı yoktur.

Müslüman Kardeşler’in ve El Kaide ve IŞİD gibi cihatçı örgütlerinin Batı’da büyük zevkle iddia edildiği gibi radikal Müslümanlar olmadığını artık anlamamız gerekir. Dini değil siyasi hareketler söz konusudur. Sürekli olarak Kuran’dan sureler okumaları bunları dindar yapmaz. Bunlar sadece ve sadece klerikaldirler.

« Arap baharı »na karşı tavır alış, 33 milyon yurttaşın beş gün boyunca Müslüman Kardeş Muhammed Mursi’nin diktatörlüğüne karşı ve anayasal düzenin ordu eliyle yeniden tesisi için sokaklara döküldüğü Haziran 2013’te başlamıştır. Siyasi partilerin ve dini örgütlerin –istisnasız olarak- tamamı Müslüman Kardeşler’e karşı ordunun yani klerikalizme karşı laikliğin tarafında saf tutmuştur. İzleyen aylarda Devlet Başkanı seçilme umudu içerisinde olan Genelkurmay Başkanı General Abdülfettah el Sissi, Müslüman Kardeşler’in merkezinde ele geçen belgeleri Suudi Arabistan’a iletti. Belgelere göre Cemaat Katar’dan hareketle Suud’lara yönelik bir darbe hazırlığı içerisindeydi. Riyad buna karşılık vermekte gecikmedi: Arabistan’da Cemaatin bazı üyeleri tutuklandı, Katar’da saldırılar düzenlendi ve General el Sissi’ye kayıtsız şartsız destek verildi.

Suudilerin durumu,
 cemaatin tümü komploya bulaşmadığı;
 1961’den beri, Dünya İslami Birliği aracılığıyla Cemaatin destekleyicilerinden biri oldukları;
 ve rejimleri Müslüman Kardeşler gibi klerikal olan Vahhabiliğe sırtını dayadığı için biraz zordu.

Suudiler darbecileri bastırmak ve düzeni yeniden sağlamak için Nayif’lere izin verdiler. 1990 yılında Sururicilerin isyanı sırasında yaptıkları gibi yaptılar. O dönem Müslüman Kardeşler’in liderlerinden Muhammed Sururi, Suudi Vahhabileri iktidarı ele geçirmeleri için ikna etmişti. İsyanı bastırmak için beş yıl geçmesi gerekecekti [1].

Mayıs 2017’de Başkan Donald Trump Müslüman dünyasındaki güçlere Müslüman Kardeşler’in işi bitirmelerini buyurmaya Riyad’a geldiğinde yeniden canlanan bu geçmiştir. Suudiler bu kez sadece Cemaat ile ilişkileri keserek değil ama siyasal İslam’dan da ayrılarak harekete geçmeye karar verdiler. Şunu iyi anlamamız gerekir: laikliğin tarafını tutmakla köktenci, Selefi olmak arasında fark yoktur. Kral Selman’ın monarşisi, Fransız Philippe le Bel monarşisi ile aynı konumdadır. Bu çok önemli gelişime katkıda bulunmak için, Suud Ailesinin konseyi 4’e karşı 31 oyla Kral Selman’ın görevden alınmasına, kraliyet tacında adelfik kurala son verilmesine, iki kuşağın atlanmasına ve yeni Kral olarak Prens Muhammed bin Selman’ın belirlenmesine karar verdi.

Öte yandan Katar ve Cemaat hızla Türkiye ve Pakistan’a yaklaştı. Özellikle de Devrim Muhafızlarıyla Suriye ve Yemen’deki savaş alanında hala çarpıştıkları ama Şeyh Ruhani hükümetinin İslam’ın klerikal anlayışlarını paylaştığı İran’la ittifak yaptılar.

İran’ın bu U dönüşü, siyasi iktidar ile askeri iktidar arasındaki karşıtlığı ortaya koymaktadır. İlk Müslüman Kardeşler Cemaatinin kurucusu Hasan el Benna ile genç Ayetullah Humeyni arasında varılan anlaşmadan güç almaktadır. Bu anlaşmaya göre Kardeşler Sünni ve Şiiler arasında mezhep savaşını körüklememe taahhüdünde bulunuyorlardı. Söz konusu taahhüt IŞİD’le birlikte tarihe karışacaktı. Özellikle de aynı zamanda hem anti-emperyalist laik bir hareket, hem de klerikal kimlik süreci olan 1979 Devriminin ve aynı zamanda hem dünya devriminin lideri, hem de fraksiyonlar arasında dengeyi sağlamakla görevli yerel bir siyasetçi olan Rehber Ali Hameney’in işlevi konusundaki anlam belirsizliklerinden de güç almaktadır.

Suudi Arabistan ve Mısır tarafından Katar’a dayatılan on üç şart dikkate alındığında, laikler ve klerikaller arasındaki çatışmanın kısa sürede çözümlenmesinin çok olası olmadığı görülmektedir. Sorun Batılıların halen « genişletilmiş Ortadoğu »da oynanan oyunu anlayıp anlamayacaklarını bilmektedir. Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ı bir klerikal olarak sunan, Müslüman Kardeş Mursi’nin seçimlere hile karıştırmadığını düşünen ve bir askeri darbeyle devrildiğine inanan; Libya ve Suriye’nin dışarıdan saldırıya uğramadığını ama bir demokratik devrime sahne olduklarını iddia eden Batıdır. Yalan söyleye söyleye, giderek gerçekle olan bağ da kaybedilmektedir.

Çeviri
Osman Soysal

[1Gizli servis şefi Prens Türki, ajanı Usame bin Ladin’i bu bağlamda gizlice Sudan’a kaçırmıştı.