İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Naziler, Avrupalı Yahudileri ve Çingeneleri katleder. Bu soykırımlardan birinin mevcut yorumu, insanlık durumu hakkındaki bilgi eksikliğine dayanmaktadır ve tekrarını önlemekten daha çok aksine onu destekleyen birçok eziyeti abartmaktadır.
Bugünlerde bir milyondan fazla mahkumun öldüğü Auschwitz kampının kurtuluşunun 75. yıldönümünü anıyoruz. Auschwitz’i imha kamplarının, Nazi suçlarının ve Shoah’ın simgesi haline getirdik.
İnkârcılar, nüfusları yok etmeyi amaçladığını, gerçekte milyonlarca insanı öldürdüğünü ve hatta mahkumları gazla öldürme yoluna gittiğini reddederek Nazi Almanya’sına eski saygınlığını kazandırmaya kalkıştılar. Bu rezil polemik, olayların anlaşılması sorununu ikinci plana attı. Adolf Eichmann’ın 1962’deki duruşmasından bu yana, hakim yorum o dönem Yahudi Ajansı tarafından benimsenen yorumdur: Nazi antisemitizmi Wansee Konferansıyla birlikte Avrupa’daki Yahudi nüfusunun imha edilmesi (Shoah) planına dönüştürüldü. Bu tarihi bir kırılmaya işaret etmektedir. Ebedi mazlumlar olan Yahudiler ancak İsrail Devletine katılarak nihai olarak güvende olacaklardır.
Ancak, ortaya koyacağım üzere, bu çağdaş yorum birbiriyle bağlantılı gerçekleri dikkate almamaktadır.
Soykırımların uzun tarihi
Dört yüzyıl süren dünyanın Batı Avrupalılar tarafından sömürgeleştirilmesi sürecinde, sözde uygar olarak anılan birçok devlet vicdansız soykırımlar yaptı.
Örneğin, İtalya Krallığı Konseyi Başkanı Benito Mussolini İmparatorluğu ilan ettiğinde, Etiyopya’da bir yerleşimci sömürge kurabileceğine inandı. Ancak halkın direnişi o kadar güçlüydü ki, yerli nüfusu ortadan kaldırmak ve yerlerine İtalyanlarla yerleştirmek üzere bir bölgenin « etnik temizliği » için bir plan tasarladı. Kral naibi Rodolfo Graziani’nin isyancı köyleri hedef alarak uçaklardan hardal gazını saçmasını sağladı.
Bununla birlikte, toplu katliamlar sadece Batı Avrupalılara veya sömürgeci ideolojisine özgü değildir. II. Abdülhamit, daha sonra kendisini devirecek olan « Jön Türkler » tarafından sürdürülecek olan (özellikle 1915-16 yıllarında) gayrimüslimlere yönelik (1894-96) toplu katliamı örgütledi. İki rejim de, Türk kimliğinin sadece Müslüman olduğunu kabul eden aynı ideolojiyi, pan-İslamizmi paylaşıyordu. Her ne kadar en çok etkilenenler Ermeniler de olsa, Müslüman olmayan tüm inançlara zulmedildi. Katliamlar Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethedilen bölgelerde değil bugünkü Türkiye topraklarında gerçekleşti [1].
Dolayısıyla bu katliamların en az iki farklı nedeninin olduğunu söyleyebiliriz.
– askeri hedef: direnen halkların ortadan kaldırılması;
– ideolojik hedef: yabancı sayılan nüfusun ortadan kaldırılması.
Nazi siyaseti her ikisine de yanıt vermiştir, ancak Avrupalı Yahudilerin imhası sadece ideolojik amaca karşılık gelmektedir.
Soykırımlar, Ruanda’da Hutuların Tutsilere karşı yaptığı soykırımın de ortaya koyduğu gibi, her zaman en zayıflara karşısındaki en güçlülere özgü değildir. İki halk eşit güçteydi ve katliam milisler tarafından değil Hutu nüfusu tarafından palalarla gerçekleştirildi.
Bu toplu katliamlar « insanlığa karşı suçlar » kapsamındadır. Bu temelde –ve sadece– Avrupa Yahudilerinin katli Nürnberg’deki Uluslararası Mahkemede yargılandı. « Soykırım » kavramı ancak daha sonra hukuka girdi.
Raphaël Lemkin’in etkisi altında, soykırım insanlığa karşı işlenen suçlar arasında özel bir suç olarak kabul edilmiştir. Ne yazık ki böylece, kişisel sorumluluk ilkesine aykırı ve hedeflenen amaçla çelişen bir kolektif suçluluk kavramı geliştirildi. ABD yasaları artık, yaptıklarından değil, ama olduklarından dolayı için en az iki kişinin öldürülmesini soykırım olarak kabul etmektedir.
Almanya’dan önce ABD ırksal sorunu sorguladı. Aşağı ırk olarak kabul ettiklerini öldürmeyi tasarlamak yerine, onların zorunlu olarak arındırılmasını savundu.
Nazilerin programı, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda ülkenin Versay Antlaşması ile mahrum bırakıldığı Alman imparatorluğunu yeniden inşa etmeyi öngörüyordu. Ancak, onu Birleşik Krallık ve Fransa arasında zaten paylaşılmış olan Afrika, Asya veya Latin Amerika’da inşa etmek yerine, Doğu Avrupa’da fethetmeyi öngörüyordu.
Goethe ve Beethoven’in mirasçısı olan Naziler kendilerini doğuştan hümanist olarak görüyorlardı. Batının sömürgeci ideolojisine uygun olarak, egemenlik altına alınacak halkların kültürel olarak daha aşağı olduğunu iddia ederek fethetme iradelerini meşrulaştırıyorlardı. Adolf Hitler bunu Mein Kampf’ta açıklamaktadır. Burada asla « alt-insan»dan (Untermenschen) söz etmemektedir. Bu ifade dönemin « bilimsel fikir birliğinden » gelmiştir: Batının bilimsel çevreleri, sömürgeci fetihlerin, tepesinde yer aldıkları bir ırklar hiyerarşisinin varlığını kanıtladığına inanıyorlardı. Bu nedenle, bu ırkların özelliklerini tanımlamaya ve bunları birbirinden ayırmaya çalışmışlardır [2]. Bu kavram bugün Bilim tarafından çürütülmekle birlikte, resmi istatistiklerin insanları her zaman bu hayali kavrama göre sınıflandırdığı ABD gibi birçok ülkede devam etmektedir [3].
Naziler için, ilk alt-insanlar Slavlardı ve onların ilk hedefleri olmuşlardır. Öte yandan Şansölye Hitler bir yaşam alanını (Lebensraum) fethetme niyetini kendi « ırkının » (o sırada Batılı halklar tarafından yaygın olarak paylaşılan bir kavram) üstünlüğüyle haklı kıldığından bunlara, göçebe oldukları ya da her halükarda toprak sahibi olmadıkları için Çingeneleri ve Yahudileri de ekledi. Elbette Yahudileri bir ırk olarak kınaması, geliştirdiği Avrupa antisemitizmi tarafından beslendi, ancak onları alt insanlar olarak sınıflandırması antisemitizm nedeniyle değildi. Bu arada, Avrupa’da Çingene karşıtı kültürü yoktur, ancak bu insanlar yine de alt insanlar olarak sınıflandırılmıştır.
Antisemitizm kavramının Yahudiler ile çok da fazla bir ilgisi yoktur. Aslında Semitler, bir bölümü Yahudi dinine mensup olan Araplardır. Zaten Avrupa’daki Yahudilerin çoğu Filistin’den gelme değil, Xncu yüzyılda din değiştiren Kafkas halkı kökenlidir [4].
Başlangıçta Nazilerin bir kısmı bugün düşündüğümüz kadar Alman Yahudilerine düşman değildi [5].
– Leopold von Mildenstein, Nazilerin iktidara gelişinden önce ve sonra, Joseph Goebbels’in verdiği yetkiyle Nazi subaylarına manda altındaki Filistin’e geziler düzenledi. Nazi partisi NSDAP, Yahudilerin bir devletinin olmamasının kabul edilemez olduğunu düşünüyor ve dolayısıyla Filistin’in Yahudilerin anavatanı olmasını destekliyordu.
– Almanya Yahudi karşıtı yasaları çoktan kabul ederken, Nazi partisi 1933’te Yahudi Ajansıyla Yahudilerin Filistin’e yerleşmesine izin veren Haavara Anlaşmasını müzakere ediyordu [6].
– İşler beklendiği gibi gelişmez. Fransa Dışişleri Bakanı Georges Bonnet 1938’de Nazi Almanya’sına –yani savaştan önce– Fransız ve Alman Yahudilerini Madagaskar Fransız kolonisine nakletmeyi önerir. Geçenlerde Devlet Başkanı Vladimir Putin’in işaret ettiği gibi [7] Polonya, hiçbir zaman gerçekleşmeyen bu plan için bir hazırlık komisyonu oluşturmak için bu iki ülkeye katılır.
Naziler ancak 1941 yılı sonunda, bütün seçeneklerin tükendiği ve Sovyetler Birliği’nin işgalinin onlar için bir kabusa dönüştüğü zaman, « nihai çözüm »e ulaşır: toplu katliam.
Rudolf Höß vakası
Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Almanya, diğer büyük Avrupa güçleri gibi bir imparatorluğa sahipti. Franz Xaver Höß asker olarak Güneybatı Afrika’ya (şimdi Namibya) gönderilir. XXnci yüzyılın ilk soykırımına katılır: Herero ve Nama katliamı.
Oğlu Rudolf Höß, Birinci Dünya Savaşı sırasında çok genç yaşta imparatorluk ordusuna katılır. Osmanlı İmparatorluğu’na yardım etmek üzere gönderilir. Anılarında Filistin’de İngilizlerle savaştığını iddia etmektedir [8]. Gerçekte, bugünkü Türkiye topraklarından ve gayrimüslimlerin Jön Türkler tarafından katledilmesine katılır. Yirmi yıl sonra SS milis kuvvetlerine katılır ve 1940’ta Auschwitz cezaevi kompleksinin yöneticisi olur. Başlangıçta, Boer Savaşı (Güney Afrika) sırasında İngilizler tarafından yapılanlar örnek alınarak kurulan bir toplama kampıydı. Buna ek olarak, 1941’in sonunda, bir imha kampı (Auschwitz-Birkenau) ve 1942’nin ortalarında, ABD bankacısı Prescott Bush’un (iki Bush başkanının babası ve dedesi) olabildiğince kar etmek için yatırımda bulunduğu bir zorunlu çalışma kampı (Auschwitz-Monowitz) inşa edilir [9].
Rudolf Höß her zaman normal bir insan olduğunu iddia etti. Her ne kadar şaşırtıcı olsa da, babası Herero ve Nama’ları öldürdüğü için, Ermenileri ve Yahudileri öldürülmesinde anomal bir şey görmüyordu
Eşcinsellerin « imhası »
Naziler, dönemlerinin bilimsel fikir birliğine uygun bir şekilde, ırklar arası evlilikleri yasaklayarak Alman « ırkı »nı korumaya çalıştılar. Bu, çok da yeni bir şey değildi, Almanya ve onunla birlikte birçok Batı ülkesi bunu 1905’ten beri, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce de yapıyordu.
Ancak bu sadece melezlerin doğuşunu önlemekle değil, aynı zamanda ırkın genetik mirasını korumakla da ilgiliydi. Kaiser Guillaume Enstitüsü (Fransız CNRS’sinin eşdeğeri), erkekler arasındaki cinsel ilişki sırasında, birinin diğerine tecavüz etmesi durumunda, genetik mirasının unsurlarını ona iletebileceğini iddia etti. Dolayısıyla « pasif eşcinseller » ile ilgili bir tehlike söz konusuydu. Bu yüzden Naziler, başlangıç yıllarında parti içerisinde yaygın olmasına karşın, bu cinsellik biçiminin uygulanmasını cezalandırdı.
Suçüstü yakalananlar, hadım ediliyor veya asosyal kişiler olarak hapsediliyordu. Sigmund Freud da dahil olmak üzere çok sayıda doktor, eşcinselliğin bir hastalık, ancak söz konusu kişinin tedavi görmekte olduğunu belgeleyen tıbbi sertifikalar dağıttı ve böylece hastalarını bir şekilde zulümden kurtardı. Bugün psikanalizin kurucusunun eşcinselliği sapkınlık olarak mahkum ettiğini iddia etmek için bu uygunluk sertifikaları boş yere gündeme getirilmektedirler.
Amsterdam’da, sınır dışı edilen eşcinsellere –Reich döneminde 5 000’den fazla olduğu tahmin ediliyor– ilişkin bir anıtın açılışını yaptıktan sonra, Fransa’da bu suçun tanınması için bir dernek kurdum. Böylece sürgün dernekleri ile çok sayıda tören düzenledim. O sırada Pierre Seel adında bir tanık ortaya çıktı ve eşcinsel olması nedeniyle Struthof kampına sürüldüğünü ayrıntılı bir şekilde anlattı. Onun da bundan yararlanabilmesi için sınır dışı edilen niteliğinin kazanılması koşullarını kararnameyle değiştirttim. Bununla birlikte, dosyasını doldururken, bu tanığın yalan söylediği ve bir Alsace-Mosellan firarisi olarak sürüldüğü ortaya çıktı. Daha sonra arkadaşım Senatör Henri Caillavet’ten Fransız eşcinsellerin sınır dışı edilmesi konusunu Ulusal Bilişim ve Özgürlükler Komisyonu (CNIL) başkanı sıfatıyla araştırmasını istedim. Bir yıl süren bir araştırmadan sonra, bu konuda hiçbir zaman bir polis dosyası olmadığını ve bu olaya hiçbir zaman ne Fransa’da, ne de ilhak edilmiş Alsace-Moselle’de rastlanılmadığını tespit etti. Bununla birlikte Pierre Seel’in anlatımı halka mal oldu ve Toulouse kentindeki bir sokağa onun ismi dahi verildi.
Bu hikaye, insan gruplarının şehitler üzerinden saygınlık kazanmak için giriştikleri açık attırma hakkında bana çok şey öğretti. Reich’ın eşcinselleri ve lezbiyenleri imha etmek inancı yayıldı ki bu kesinlikle doğru değildir. Hiçbir zaman lezbiyenliğe yönelik bir baskı olmamıştır, sadece erkek eşcinselliğine ve yalnızca sözde « Ari » toplulukları arasında bir baskı söz konusu olmuştur. Auschwitz’te bu şekilde sadece 48 erkek tanımlanmıştır. Toplama kampına sürülmüşler ve hayatta kalabilenler 1942’de Müttefiklere karşı « topyekun savaşta » « Aryanlar » olarak hizmet etmek üzere serbest bırakılmışlardır.
Burada, ne Yahudi, ne Çingene, ne de eşcinsel sorunlarının Dünya Savaşı’nın patlak vermesinde herhangi bir rol oynamadıkları gerçeğini anımsatmamızda yarar vardır.
Gıda rejimi
Nazilerin öldürmek istedikleri mahkumları neden çok kötü de olsa beslediklerini anlamakta hala zorluk çekiyoruz. Gerçekte, sadece emeğini sömürmeyi amaçladıklarını besliyorlardı. Bunun için Doktor Otto Buchinger’ın garip çorbasını kullanıyorlardı.
Bu büyük doktor, Lebensreform’un, yani doğaya dönüşün militanlarından biriydi. Oruç tutmanın onarıcı işlevini kuramlaştırdı. Her şeyden önce, çok sulu bir çorba içildiğinde, neredeyse hiç yemek yemeden, çok çalışılabilineceğini keşfetti. Vücut hızla kilo vermekte, ancak büyük enerji üretmektedir. Onun çalışmaları Körfez’de hüküm süren hanedanların aşırı kilolarını tedavi etmek üzere Almanya ve İspanya’da hala kullanılmaktadır. Doğaya dönüşün ateşli destekçileri olan Naziler de –Adolf Hitler bir vejetaryendi ve sigara içilmesini yasaklardı– bu çorbayı sonunda öleceklerini bilerek, mahkumlarını çalıştırmak için kullandılar.
Nihai çözüm, Holokost ve Shoah
Avrupalı Yahudilerin imha edilmesi, tarihçiler tarafından « nihai çözüm » olarak adlandırıldı. Ancak bugün « Holokost » veya « Shoah » olarak bilinmektedir; bunlar olgunun belirli yorumlarını belirleyen iki terimdir.
Holokost terimi ABD evanjelik Hıristiyanları tarafından kullanılmaktadır. Hayvanların onda birinin öldürüldüğü ve bedenlerinin tamamen yakıldığı bir tür Yahudi kurbanını ifade etmektedir. Teolojilerine göre, Yahudilerinin imhası Mesih yeryüzüne dönmeden önce Tanrı tarafından istenmiştir. Dolayısıyla mağdurlar için çok saygılı bir terim değildir. Dahası, savaş sırasında ABD ordusundaki evanjelik subaylar imha kamplarının varlığını öğrendiklerinde, « Tanrı’nın planı » olduğuna inandıkları şeyi bozmamak için kurmaylarına buna müdahale etmemelerini tavsiye ettiler. Nazilerin gözlerden ırak bir şekilde öldürme çabalarını çoğalttıkları bir süreçte, sadece Yahudilerin değil, aynı zamanda Çingenelerin de soykırımını hemen durdurmak için sadece demiryollarının bombalanması bile yeterli olabilecekti.
Shoah deyimi İbranice bir sözcüktür. « Felaket » anlamına gelir ve trajedi karşısında Tanrı’nın sessizliğini ifade eder. Filistinlilerin 1948’de sınır dışı etmelerini Nakba (aynı şekilde felaket anlamında, ama bu kez Arapça) olarak belirlemeleri analojidir.
Yukarıdaki bilgiler ışığında, ne bu soykırımın diğerlerinden farklı olduğu, ne tarihte bir kırılma olduğu, ne de sadece antisemitizmin bir ürünü olduğu iddiaları kesin görünmemektedir. İsrail Devleti’nin Yahudilerin haklı bir şekilde beklediği korumayı sağladığı da keza öyledir. Eğer durum böyle olsaydı, bugün İsrail’de bu suçtan kaçan ve yoksulluk sınırının altında yaşayan 50 000 kişi olmazdı.
Ne iyi, ne kötü, sadece insan
« Nihai çözüm »ün uygulanması Naziler tarafından planlanmış ve Almanlar tarafından kısmen gerçekleştirilmiştir. Ancak kamplardaki personelin büyük çoğunluğu Baltık bölgesindendi.
Bu suçu durdurmak için hiçbir adım atmayanları dikkate aldığımızda, bunun sorumluluğunu sadece Almanya’ya yüklemek en azından haksızlık olacaktır. Gerçek şu ki, sadece onlar bu konuda uç noktaya kadar kafa yormuş olsalar da, o dönem herkes Naziler gibi düşünüyordu.
Bir ideolojiyi öncüllerinden itibaren ele almalı ve hepimizin kötü yola düşme ihtimalinin bulunduğunu kabul etmeliyiz.
İsrail, bu şekilde İngiliz Siyonist ideolojisi adına kurulmuştur [10]. İmparatorluğun yayılmasına yardımcı olabilecek bir sömürge kurulması söz konusuydu. Terimin dini anlamıyla Yahudi değil ama dinsiz olan Davin Ben Gurion tarafından kurulmuştur. Gerçi yaşamının son günlerinde kendini inanca vermiş ve yüzünü Budizm’e dönmüştür. İsrail devleti, Hahamlık tarafından reddedilen çok sayıda kişiyi içerebilecek şekilde, Yahudi diniyle bağlantılı olmayan ölçütlere göre vatandaşlık hakkı tanımaktadır. Filistinli Arapların topraklarını yok edecek şekilde azar azar topraklara el koymaktadır. Öte yandan Filistinli Arapların bir bölümü 1948’de İsrail vatandaşlığını kazandıkları ve bugün nüfusun beşte birini oluşturdukları için, Likud üyesi Başbakan Binyamin Netanyahu İsrail’i « Yahudi devleti » olarak ilan etmiştir. Böylece hiyerarşik bir vatandaşlığı resmileştirmiş ve devleti bir tasnif mantığı içerisine sokmuştur. Her ne olursa olsun, İşçi Partili Başbakan İzak Rabin’i (Güney Afrika apartheid’inin büyük müttefiki) « iki devletli çözümü » düşünmeye iten tam olarak aynı mantıktır: « ırkları ayırmak ». Geri adım atmak için hala çok geç değildir.
« Hafıza görevi »
İnsanlar kurbanı oldukları ya da sebep oldukları talihsizlikleri unutmak için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Aileleri Yahudilerinkiyle birlikte katledilen Çingeneler bu mantığa uymakta ve bunu onlardan daha iyi taşımaktadırlar.
Onları tanımış olanlar için ölülerin anısını kutlamanın önemli olduğu doğrudur. Ancak bu yeni soykırımların yaşanmasını engellemeyecektir. Bu sorunun ne kurbanların, ne de cellatların kimliği ve durumu ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu sadece insanlık durumudur ve bizlerin bir gün canavara dönüşmesini engelleyecek bir şey yoktur. Medeniyet asla sonradan kazanılmaz.
[1] “Bugünkü Türkiye, Ermeni soykırımını sürdürüyor”, yazan Thierry Meyssan, Tercüme Osman Soysal, Voltaire İletişim Ağı , 26 Nisan 2015.
[2] The Nazi Connection: Eugenics, American Racism, and German National Socialism, Stefan Kuhl, Oxford University Press (2002). War Against the Weak: Eugenics and America’s Campaign to Create a Master Race, Edwin Black, Dialog Press (2012).
[3] Hitler’s American Model: The United States and the Making of Nazi Race Law, James Q. Whitman, Princeton University Press (2017).
[4] The Invention of the Land of Israel: From Holy Land to Homeland, Slomo Sand, Verso (2012). Version française : Comment la terre d’Israël fut inventée: De la Terre sainte à la mère patrie, Flammarion (2014).
[5] The Origins of the Final Solution: The Evolution of Nazi Jewish Policy, September 1939-March 1942, Christopher R. Browning, University of Nebraska Press (2004).
[6] The Transfer Agreement: The Dramatic Story of the Pact Between the Third Reich and Jewish Palestine, Edwin Black, Dialog Press (2009).
[7] “Rusya, Polonya ve Hitler Almanya’sının 1938’de Yahudilerin sürgününü birlikte planladığını hatırlatıyor”, Tercüme Osman Soysal, Voltaire İletişim Ağı , 26 Aralık 2019.
[8] Death Dealer: The Memoirs of the SS Kommandant at Auschwitz, Rudolf Hoss, Prometheus (2012).
[9] « Les Bush et Auschwitz, une longue histoire », par Thierry Meyssan, Réseau Voltaire, 3 juin 2003.
[10] “Düşman Kim?”, yazan Thierry Meyssan, Tercüme Nizamettin Karabenk, Bir Gün (Turquie) , Voltaire İletişim Ağı , 4 Ağustos 2014.
Bizimle iletişimde kalınız
Bizi sosyal ağlardan takip ediniz
Subscribe to weekly newsletter