Deus ex machina rolüne soyunan Cumhurbaşkanı Macron, iyi ve kötü puanları Lübnanlı liderlere dağıtmaya geldi. Üstünlüğünden emin bir şekilde, buradaki siyaset sınıfının davranışından utandığını söyledi. Ama bunların tamamı sahnelenen kötü bir oyundan ibarettir. El altından, Direnişi yok etmeye ve ülkeyi bir vergi cennetine çevirmeye çabalamaktadır.
4 Ağustos 2020’de Beyrut limanında meydana gelen patlamaya tepki gösteren Lübnan halkı ve uluslararası basın, olayı liman yetkililerinin yolsuzluğuna atfedilebilecek bir kaza olarak yorumladı. Biz ise, ilk ipuçlarını inceledikten sonra, hemen kaza tezini sorguladık ve saldırı tezine öncelik verdik. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, ülkeyi kurtarmak için acilen Lübnan’a gitti. İki gün sonra Suriye televizyonu Sama’da bunu1559 sayılı kararın uygulanması operasyonunun devamı olduğuna ilişkin varsayımımızı yayınladık.
1559 sayılı karar varsayımı
Bu karar neyle ilgilidir? 2004 tarihli bu Fransız-Amerikan kararı, ABD Başkanı George W. Bush’un talimatı üzerine, dönemin Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın yardımıyla hazırladığı bir metinden hareketle yazılmıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell tarafından formüle edilen hedefleri tanımasını amaçlıyordu:
– Taif Anlaşması [1] sonucu oluşturulan Suriye barış gücünü ülkeden kovmak;
– Lübnan’ın emperyalizme Direnişini sona erdirmek;
– Lübnan Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un yeniden seçilmesini engellemek.
Oysa, 14 Şubat 2005’te artık Başbakan olmayan ve Hizbullah ile henüz barışmış olan Refik Hariri, Lübnan Devlet Başkanı Emil Lahud ve Suriyeli mevkidaşı Beşar Esad’ın azmettiricisi olmakla suçlandığı bir mega saldırıda öldürüldü. Suriye barış gücü ülkeden çekildi ve Cumhurbaşkanı Lahud yeniden aday olmaktan vazgeçti.
Geçmişe bakıldığında,
– Saldırının, hala yanılarak inanmayı sürdürdüğümüz gibi beyaz bir kamyonetle taşınan klasik patlayıcılarla değil, nanoteknoloji ve o dönem çok az sayıda güçlü ülkenin sahip olduğu zenginleştirilmiş nükleer yakıtı birleştiren bir silahla gerçekleştirildiği [2];
– Birleşmiş Milletler tarafından yürütülen uluslararası soruşturmanın aslında Hizbullah’ın yanı sıra Lahud ve Esad’a yönelik gizli bir CİA-Mossad operasyonu olduğu; soruşturma BM müfettişleri tarafından işe alınan ve maaşları ödenen sahte tanıkların varlığını ortaya koyan büyük bir skandalla darmadağın oldu [3];
– şüphelilere yönelik tüm suçlamaların düşürüldüğünü ve yasal olarak bu niteliğe sahip olmasa da abartılı bir şekilde « Lübnan Özel Mahkemesi » bir BM organının delil incelemeyi reddettiğini ve iki Hizbullah üyesini gıyaben mahkum ettiğini görülüyor.
Sonuç olarak, hiç kimse 1559 sayılı kararla öngörülen Lübnan Direnişinin işinin bitirilmesini yeniden dile getirmeye cesaret edemedi.
Bu Direniş, 1982’deki İsrail işgali sırasında (« Celile için Barış » Harekatı) Şii ailelerin etrafında oluştu. Zaferden sonra, bu ağ zamanla Hizbullah adı altında siyasete girdi. Kurulduğunda anti-emperyalist İran devriminden büyülendi ve 2011’de genel sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah’ın ifşa ettiği gibi Suriye ordusu tarafından desteklendi. Ancak Suriye barış gücü Lübnan’dan çekildikten sonra yüzünü neredeyse tamamen İran’a çevirdi. Şam’ın Müslüman Kardeşler karşısında yenilmesinin sadece Suriye’yi değil Lübnan’ı da yok edeceğini anlayınca yüzünü Suriye’ye doğru yeniden döndü. Tüm bu yıllar boyunca hem devasa bir cephanelik, hem de büyük bir muharebe deneyimi kazanmış, böylece bugün dünyanın en büyük devlet dışı ordusu haline gelmiştir. Başarıları ve emrindeki araçlar, ideallerini paylaşmasa da birçok insanı cezbetti. Kısmen bir siyasi partiye dönüşümü, yolsuzluk da dahil olmak üzere Lübnan’daki diğer siyasi partilerle aynı kusurları edinmesine yol açtı.
Bugün Hizbullah, Lübnan devleti içinde bir devlet değil, ancak birçok durumda kaos yerine devleti temsil etmektedir. Bu melez fenomenle karşı karşıya kalan Batı, dağınık bir düzen içerisinde tepki verdi: ABD onu « terörist » olarak sınıflandırırken, Avrupalılar 2013’te, aynı şekilde « terörist » olarak mahkum ettikleri askeri yönü ile, müzakere ettikleri sivil yönünü ustaca birbirinden ayırdılar. Batılılar, aldıkları kararları kamuoyları nezdinde meşrulaştırmak için, Hizbullah’a ya varlığından önce (müttefik gizli servislerin bölgesel toplantısı sırasında ABD ve Fransa’nın askeri birliklerine yönelik) gerçekleşen saldırıları ya da yurtdışındaki terörist saldırıları (özellikle Arjantin ve Bulgaristan’da) atfetmeyi amaçlayan çok sayıda gizli operasyon geliştirdiler.
1559 sayılı kararın [4] uygulanmasını sona erdirmek bugün Hizbullah’ı silahsızlandırmak ve onu, Batı tarafından diğerleri gibi yozlaşmış bir siyasi partiye dönüştürmek anlamına gelmektedir.
Fransa’nın müdahalesi
Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, iki kez ziyaret ettiği Beyrut limanındaki patlamadan sonra Lübnan’ı ziyaret eden ilk devlet başkanı oldu. Ülkeyi hayal kırıklığına uğratmayacağına ve reformu için yardım edeceğine söz verdi. Tüm siyasi partiler tarafından onaylanan bir « yol haritası » sundu. Buna göre, ekonomik ve mali reformları gerçekleştirmekten sorumlu bir görev hükümetinin kurulmasını sağlanacaktı. Ancak başbakan olarak belirlenen Mustafa Adib bunu yapmanın imkansız olduğunu değerlendirdi ve istifa etti. Cumhurbaşkanı Macron daha sonra 27 Eylül’de bir basın toplantısı düzenledi. Ülkedeki tüm siyasi sınıfı azarladı ve Hizbullah ve Emel hareketini ve dolaylı olarak müttefikleri Başkan Mişel Aun’u, Lübnan’ı kurtarma girişimini boşa çıkarmakla suçladı.
Cumhurbaşkanı Macron’un iddiaları yalnızca Lübnan’ın tarihini bilmeyenleri ikna edebildi. Aksine okurlarımız [5] bu ülkenin hiçbir zaman bir millet olmadığını ve bu nedenle asla bir demokrasi olamayacağını iyi bilirler. Ülke, Osmanlı sömürgeciliğinden beri birbirileriyle karışmadan var olan çeşitli inanç toplulukları arasında paylaşılmaktadır. Bu bölünme, mandacı güç Fransa tarafından özendirilen Anayasa (1926) ile kurumsallaştırıldı. Daha sonra, devletin tüm seviyelerindeki işleyişi, iç savaşı sona erdiren Taif anlaşması sırasında (1989) Amerika Birleşik Devletleri ve Suudi Arabistan tarafından taşa kazındı. Bu açıdan, yabancılar tarafından kendilerine dayatılan kurumların doğrudan ve amansız bir sonucu iken, siyasetçileri devleti yozlaştırmakla suçlamak en azından biraz garip kaçmaktadır.
Özellikle de, yabancı bir cumhurbaşkanının ders vermeye soyunan biri gibi davrandığını ve Lübnan liderliğinden utandığını ilan ettiğini duymak kabul edilemezdir. Özellikle de bu yabancının, mevcut durumun oluşmasında ağır tarihsel sorumluluğu olan bir milleti temsil ettiği göz önünde bulundurulursa.
Görünüşe göre Lübnan’ın vaftiz babaları, yerleştirdikleri yozlaşmış siyasi sınıfı devirmeyi ve onun yerine en iyi okullarında eğitilmiş bir teknokrat hükümeti koymayı planlıyorlar. Bu hükümet, maliye alanında reform yapmaktan, Lübnan’ın vergi cenneti olduğu altın çağını yeniden tesis etmekten sorumlu olacak, ancak her şeyden önce ülkenin vasilerine olan bağımlılığının devam etmesi için mezhep sistemini bozmayacaktır. Dolayısıyla bu ülke, onu itiraf etmeden sömürgeleştirilmeye ve otuz veya kırk yılda bir liderlerinden bazılarının kafasını kesmeye mahkum olacaktır.
Cumhurbaşkanı Macron’un azmettiricilerine göre, Suudi Arabistan’daki kargaşa milyarderlere yönelik bir serbest bölge projesi olan Neom’u engelledi. Dolayısıyla da Lübnan, kendi mali yükümlülüklerinden kurtulmak için yeniden kullanılmalıdır.
Öte yandan unutulmamalıdır ki Fransa kendisini laik kurumlarla donattığında, denetimi altındaki insanları yola getirmenin tek yolunun din olduğunu düşünerek derhal tüm kolonileri bu kurumlardan yoksun bıraktı. Lübnan, dünyada Şii bir molla, bir Sünni müftü ve bir Hıristiyan bir patriğin siyasi partilere kendi görüşlerini dayatabileceği tek ülkedir.
Cumhurbaşkanı Macron’un Hizbullah’a yönelik defalarca yaptığı saldırılar benim varsayımımla tam olarak örtüşmektedir: Batı’nın nihai amacı Direnişi yok etmek ve Hizbullah’ı diğerleri kadar yozlaşmış bir partiye dönüştürmektir.
Gerçekten de Emmanuel Macron’a göre bugünkü Hizbullah aynı zamanda hem bir « milis », hem bir « terör örgütü », hem de bir siyasi partidir. Oysa tanık olduğumuz gibi aslında hem emperyalizme karşı mücadeleye adanmış hükümet dışı bir ordu, hem de Şii toplumunu temsil eden bir siyasi partidir. Yurtdışındaki terör eylemlerinin hiçbir zaman sorumluluğunu üstlenmemiştir. Yine de Bay Macron’a göre, diğer siyasi oluşumları bastıran bir « terör iklimi » yaratmıştır. Oysa Hizbullah, devasa silahlı gücünü Lübnanlı rakiplerine karşı hiçbir zaman kullanmamıştır. 2008’deki kısa savaş, onu Sünniler ve Dürzilerle değil, yabancı güçlerin casusluk merkezlerine ev sahipliği yapanlarla (özellikle de FuturTV arşiv ofislerinde) karşı karşıya getirmiştir.
Macron basın toplantısında Hizbullah ve Emel’in maliye bakanını seçme şartına da değindi. Bu görünüşte saçma olan istek Direniş için hayati önem taşımaktadır. Bazılarının ima ettiği gibi devleti yağmalamak için değil, Direnişe karşı uygulanan ABD yaptırımlarını atlatmak için. Saad Hariri, buna karşı çıktıktan sonra, neyin tehlikede olduğunu görür görmez bu talebe katıldı. Bu nedenle, Cumhurbaşkanı Macron’un iddia ettiğinin aksine, hükümeti kurma konusundaki başarısızlık, Hizbullah veya Lübnan’daki bir başka oluşuma değil, Fransızların Direnişi ezme arzusuna atfedilebilir.
Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın seçilmesi sırasında, Suudilerin vekili Refik Hariri, seçim kampanyasını büyük ölçüde finanse etti ve Fransız Anayasa Konseyi’nde unutulmaz bir olayın yaşanmasına neden oldu. Aynı şekilde, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un seçilmesi sırasında, Saad Hariri (öncekinin oğlu) kampanyasını daha küçük ölçekte de olsa yine finanse etti. Bu yüzden, Bay Macron, uluslararası toplumun yol haritasını uygulaması durumunda Lübnan’ı mali olarak kurtaracağını açıkladığında, Saad Hariri bir yatırım getirisini, yani gelecek tutarın % 20’sini talep etti. Emmanuel Macron, ana bağışçısı ABD-İsrail vatandaşı Henri Kravis [6] ile görüştükten sonra bunu reddetti ve Lübnan’ın (Cumhuriyet, Meclis ve Hükümet) üç başkanını (Cumhurbaşkanı, Meclis başkanı ve hükümet başkanı) yaptırımlarla tehdit etti.
Fransa, bölge hakkındaki tarihsel bilgisinden hareketle yanlış hesap peşindedir. Ancak, Libya, Suriye ve İran-ABD müzakerelerindeki başarısızlıklarının ortaya koyduğu gibi bazı tarihi gelişmelerden bir şey anlamadığı anlaşılıyor. Türkiye’nin Lübnan’daki nüfuzunun artmasından endişe duyuyorsa da, Suudi Arabistan ve İran’ınkini abartmakta, Suriye’ninkini küçümsemekte ve Rusya’nınkini görmezden gelmektedir.
Neler olup bittiğini ayrıntılı olarak gözlemleyenler için Fransa, Lübnan’a yönelik endişesinde dürüst değildir. Böylece, Cumhurbaşkanı Macron’un seyahatlerinden önce, Fransa’yı Lübnan üzerindeki nüfuzunu yeniden tesis etmeye, yani onu yeniden sömürgeleştirmeye çağıran bir dilekçe elden ele yayılmıştı. Bu kendiliğinden ortaya çıkan dilekçenin Fransız gizli servislerinin bir girişimi olduğu kısa sürede anlaşıldı. Ya da yine Fransa cumhurbaşkanının ikinci ziyareti, Fransız Sömürge Partisi lideri General Henri Gouraud’un Büyük Lübnan’ı ilân etmesinin yüzüncü yılına denk getirilmişti. Fransa’nın Direniş’e karşı eyleminin karşılığını almak için neyi elde etmeyi umduğunu anlamak çok da zor değildir.
Thierry Meyssan’ın 2006 yılında, İsrail’in Lübnan’a yönelik savaşına ilişkin kitabı, bu olay hakkında yazılmış belgelerle desteklenmiş ve temkinli en iyi kitaptır. Kitabı Voltaire İletişim Ağı üzerinden sipariş edebilirsiniz.
[1] “Taif Agreement”, Voltaire Network, 23 October 1989.
[2] “Refik Hariri cinayetine ilişkin gerçekler”, yazan Thierry Meyssan, Tercüme Osman Soysal, Odnako (Rusya) , Voltaire İletişim Ağı , 29 Kasım 2010.
[3] “The disgrace of the Mehlis Commission”, by Talaat Ramih, Voltaire Network, 12 January 2006.
[4] « Résolution 1559 du Conseil de sécurité de l’ONU (Texte et débats) », Réseau Voltaire, 2 septembre 2004.
[5] “Anayasalarının tutsağı Lübnanlılar”, “Lübnan sorumluluklarıyla karşı karşıya”, yazan Thierry Meyssan, Tercüme Osman Soysal, Voltaire İletişim Ağı , 25 Ekim 2019 & 21 Temmuz 2020.
[6] “Emmanuel Macron kime borçlu?”, yazan Thierry Meyssan, Tercüme Osman Soysal, Voltaire İletişim Ağı , 11 Aralık 2018.
Bizimle iletişimde kalınız
Bizi sosyal ağlardan takip ediniz
Subscribe to weekly newsletter