ABD ve Birleşik Krallık, İkinci Dünya Savaşı’nda kazandıkları ortak zaferin sonrasında, ABD’nin Moskova büyükelçisi George Kennan tarafından tanımlanan Sovyet müttefiklerinin vizyonunu izlerler. Onlara göre SSCB dünyayı fethetmeye çalışan totaliter bir imparatorluktu. Dolayısıyla yüz seksen derecelik dönüş yaparak çevreleme (containment) stratejisini tasarladılar. Dünya üçe bölünebilirdi: Sovyetler tarafından zaten ezilmiş olan bölüm, hala özgür olan dünya ve Sovyet canavarından korunması gereken, sömürge durumdan kurtarılarak bağımsızlaştırılması gereken bölüm.

Başlangıçta, Stalin halkı hala gulaglara gönderirken, bu analiz doğru kabul edilebiliyordu. Ancak, en azından ölümünden sonra, açık bir şekilde zaten yanlış olduğu anlaşılmıştır. Böylece Küba’nın Ekonomi Bakanı Che Guevara, Sovyet modeline karşı bir kitap yazmış ve Sovyetlere danışmadan ama yine de onların desteğiyle Afrika’da devrimi sürdürmüştür.

Ne olursa olsun ABD ve Birleşik Krallık, « Avrupa Birleşik Devletleri »ni kurarak Batı Avrupa’yı Sovyet boyunduruğundan korumaya karar verirler. Bu proje, XXnci yüzyılın başlangıcında Avrupalıların savaşmak yerine birleşme projesini anımsatmaktadır, ama içeriği tamamen farklıdır. Bunu, aksine aynı zamanda kurulan Arap Birliği ya da Avrupa Devletleri Örgütü ile karşılaştırmak daha doğrudur.

Bu projeye karşı çıkan Batı Avrupalı şahsiyetlerin sayısı azdır. Öte yandan, Yalta Konferansı sonrasında dünyanın paylaşımından ders çıkaran De Gaulle’cüler ve Fransız komünistler, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki ittifaklarını sürdürdüler. Her bir ulusun ABD ve İngiliz bayrakları altında kısmen egemen kalacağı bir uluslar üstü yapının kurulmasını engellemeye dikkat ettiler. Bu yüzden, NATO’nun bütünleşik komutasına ve Anglosaksonların Avrupa inşasını yeniden şekillendirme tarzına birlikte karşı çıktılar. Onlara göre, Avrupa « Brest’ten Vladivostok’a » tüm kıtayı kapsıyordu. Gerçekten de İngilizler, hukuki sistemlerini kendilerine özel tasarlamış ve Ruslar Sibirya’yı fethederek Avrupa kültürünü yaymışlardı.

Bu tartışmaların, 1991 yılında SSCB’nin dağılmasıyla sona ermesi bekleniyordu. Ancak öyle olmadı. Aksine, ABD Dışişleri Bakanı James Baker, Avrupa toplumlarının ve NATO’nun Sovyet boyunduruğundan kurtarılan tüm Avrupa devletlerini içereceğini duyurdu ki bunu herkes kabul etti. Eş zamanlı olarak, kıtayı NATO’nun vesayeti altında « Avrupa Birleşik Devletleri »ne dönüştüren Maastricht Anlaşmasını yazdırdı. Tek ortak para birimi olan Euro, dolar karşılığına göre basılacaktı ki bu çok hızlı bir şekilde gerçekleşti. Yine Rusya karşısında ihtiyatlı davranan Washington ve Londra, onun Avrupa Birliği’ne girmesine karşı çıktılar ama ona G7’nin kapısını aralayarak, yeni oluşan G8’e artık karar alma yetkisi de verdiler.

Bu belirsizlik dönemi, 1999 yılında Boris Yeltsin’in devrilmesi ve iktidara Vladimir Putin’in gelişiyle sona erdi. Washington’un denetimindeki kurumlar sertleşti. Çevreleme stratejisi –Soğuk Savaş sırasında başarısız olan– yeniden harekete geçirildi, Anglosakson tahayyülündeki Sovyet ayısının yerini Rus ayısı aldı. Sonuç olarak bugün Washington farklı gerekçeler öne sürerek hatta hiçbir gerekçe sunmadan, G8’den kovulan Moskova’ya karşı her türlü ekonomik, siyasi ve askeri yaptırımları uygulamaya başladı.

Manfred Weber (solda), Jean-Claude Junker’in (sağda) yerini almak üzere demokratik olarak seçilecektir. Juncker, ülkesinin yargısı NATO’nun « stay-behind » birimiyle ilgili sorumluluklarını ortaya koyunca Lüksemburg Başbakanı görevinden istifa etmek zorunda kaldı.

23 ila 26 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan Avrupa Parlamentosu ve onu izleyecek olan Avrupa Komisyonu Başkanlık seçimleri ancak bu tarihi ve stratejik bağlam içerisinde anlaşılabilir ve anlaşılmalıdır. ABD, Komisyon başkanlığını, Avrupa Birliği’nin Rus hidrokarbürleriyle tedarikini sabote etme görevini yüklediği Manfred Weber’e emanet etmeyi kararlaştırmıştır. İlk savaşını, şimdiden harcanan milyarlarca Euro’ya ve tasarrufuna olanak sağlayacağı milyarlara karşın, Nord Stream 2 boru hattının inşaat çalışmalarını durdurmak için verecektir.

Parlamentonun Weber’i demokratik olarak seçebilmesi için, bir parlamenter çoğunluğu tarafından desteklenmesi zorunlu değildir. Bağlı olduğu grubun, yani EPP’nin birinci gelmesi yeterli olacaktır, çünkü anlaşma Avrupa Konseyi’nin sadece « seçim sonuçlarını dikkate alması » gerektiği koşulunu getirmektedir. Dolayısıyla Washington Avrupa Halk Partisi’nin (İngilizce kısaltmasıyla EPP) çoğunlukta olduğu, ardından da ikinci olarak Uluslar ve Özgürlükler Avrupa’sı (ENF) geldiği bir meclis hazırlamıştır.

Steve Bannon, Matteo Salvini’ye danışmanlık yapmak ve ulusal kimlikçi (ama bağımsızlık yanlısı değil) partilerin oylarında artış sağlamak üzere gönderilmiştir. ENF’nin çoğunluğu ele geçirmemesine özen göstermektedir.
 Bunun için, Salvini’nin çabalarına karşın, Polonya’nın Hak ve Adalet Partisi, topraklarındaki ABD askerlerinin sayısındaki « anlamlı » artış karşılığında, Avrupa Muhafazakar ve Reformistleri Grubu (CRE) içerisinde kalmaya ikna edildi.
 Donald Trump, 13 Mayıs’ta Macar Viktor Orbán’ı Beyaz Saray’da kabul etti ve ona silah ve doğal gaz karşılığında partisini EPP içerisinde tutma talimatını verdi.
 Son olarak Alman basınına Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) lideri Heinz-Christian Strache’yi rüşvet alırken görüntüleyen bir video kaydı sızdırıldı. Bu video görüntüsü eskidir, kendini Rus ajanı olarak sunan, ama büyük olasılık CİA ajanı olan bir kadın tarafından sahnelenmiş ve filme alınmıştır.

Basının geveleyip durduğunun aksine, Avrupa Halk Partisi (EPP) ile Uluslar ve Özgürlükler Avrupa’sı (ENF) arasında temelde hiçbir karşıtlık yoktur. Her ikisi de, siyasi kararların büyük bölümünü içeren NATO’nun vesayetini kabul etmektedir. Sadece bir rol paylaşımı söz konusudur.

Seçimlerin düzenlenmesine ilişkin resmi propaganda sürekli olarak « Avrupa, barış ve refahtır » sloganını yinelemektedir. Oysa bu slogan Avrupa Birliği’nin Rus karşıtı misyonuyla uyumludur.
 Barış anlamında, Birlik, 1974’ten beri işgal altında olan (ama Birliğe ancak 2004’te kabul edilen) Kıbrıs’ı özgürleştirmeyi becerememiştir. Türk Ordusu ada topraklarının üçte birini işgal etmektedir ve « Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti » adı altında işbirlikçi bir yönetim oluşturmuştur. Bu kesimde yaşayan Kıbrıslılar Parlamento seçmen listelerine kayıt olamamışlardır. Brüksel onların kaderleriyle dalga geçmekle kalmıyor, milyarları hibe ettiği Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a kırmızı halılar seriyor. Türkiye’nin bir NATO üyesi olduğunu unutmamamız gerekir.
 Refah anlamında, Birlik –Nord Stream 2 olayını beklemeden– ABD stratejisini o kadar iyi uygulamıştır ki, dünyanın geri kalanı kalkınırken olduğu yerde saymaktadır. 2008 mali krizini izleyen on yıl süresince Çin, + % 139, Hindistan + % 96, ABD + % 34 büyürken, Avrupa Birliği - % 2 küçülmüştür.

Hala Avrupalılık hissi oluşmadığından, seçim kampanyası üye devletler ölçeğinde sürdürülmektedir. Dolayısıyla Avrupa ölçeğinde siyasi partiler değil, ama farklı devletlerin siyasi partilerinin oluşturduğu birlikler vardır. Aynı şekilde tek bir seçim günü değil, ama ulusal geleneklere göre 4 güne bölünen seçimler söz konusudur.

Seçmenler yaygın olarak bütün bunların ne açık, ne de dürüst olmadığını düşündükleri için, katılımın yüksek olması beklenmemektedir. Seçmenlerin yarısından fazlası seçimleri boykot edeceklerdir (bazı ülkelerde oy kullanmanın zorunlu olmasına ve bazı ülkelerin de aynı gün kendi ulusal seçimlerini yapmalarına rağmen). Dolayısıyla, oy kullanma süreçleri tamamen demokratik olsa da, seçmenlerin tamamının iradesi, ortaya çıkacak sonuca tam olarak yansımayacaktır. Manfred Weber, parlamentoda, azınlıktaki insanlar tarafından seçilen bir azınlık tarafından seçilecektir.

Çeviri
Osman Soysal