1920’lerde İngilizler İslam ve Hinduizmi kendilerine göre biçimlendirdiler. Mısır’daki Hasan el-Benna etrafında Müslüman Kardeşler ve Hindistan’da V. D. Savarkar etrafında RSS’yi oluşturdular. Bu iki siyasi doktrin, dinleri araçsallaştırmakta ve hoşgörüsüzlüğü vaaz etmektedir. Hint alt kıtasını sömürgeleştirdiklerinde, İngilizler burayı yönetilemez bir şekilde bölerek vazgeçilmez olarak kalmaya özen gösterdiler. Bugün Keşmir yapay olarak Pakistan ve Hindistan arasında bölünmüş durumdadır. Savarkar’ın çabalarını sürdüren Başbakan Narendra Modi, Hinduluk (Hindutva) kavramını uygulamaya ve Müslümanların hayatlarını cehenneme çevirmeye karar verdi. Büyükelçi Moin ul-Haque bu taktiği açıklıyor.
Bu makalenin başlığı ve kullanılan resimler yazı işlerinin sorumluluğundadır.
Bütün dünya koronavirüsün etkisi altında yaşıyor. Kısıtlama planları, sokağa çıkma yasakları, sosyal mesafe, kapalı okul ve işletmeler, dolup taşan hastaneler, askıya alınmış uluslararası seyahatler. Milyarlarca insanın yaşam tarzı alt üst olmuş durumdadır.
Dünyanın dört bir yanındaki hükümetler, uygulanan önlemlerin sağlamlığı konusunda kamuoylarının yoğun eleştirisine maruz kalmaktadır. Batı demokrasilerinde temel özgürlükler ve insan hakları sorunları gündeme gelmiştir. Bu olağandışı dönemlerde dahi, pandemiyi kontrol altına almaya yönelik temel tedbirler tartışmalardan payını almaktadır.
Dünyadaki ıssız sokaklar ve alışveriş merkezleri, gezegenimizin bir bölgesindeki duruma garip bir şekilde çok benzemektedir. Hindistan’da işgal altındaki Cemmu ve Keşmir’deki sekiz milyon insan, RSS’nin –Hindistan’da iktidarda olan BJP partisinin matrisi– laboratuvarında sistematik olarak üretilen biyolojik bir genom nedeniyle değil, ancak nefret, önyargı ve hoşgörüsüzlük virüsünden kaynaklanan karşılaştırılabilir kısıtlamaların kepazeliğine maruz kalmaktadır.
Hindistan’ın işgali altındaki Cemmu ve Keşmir, on aydan fazla bir süredir sokağa çıkma yasağı ve kısıtlamalar altındadır. Bu sokağa çıkma yasağı, bölgeyi dünyanın en askerileştirilmiş bölgesi haline dönüştüren yaklaşık 900.000 Hintli asker tarafından vahşice uygulanmaktadır. İnsanlar hemen hemen her kapının önünde bir asker konularak evlerine kapatılmış durumdadırlar. Bölge devasa bir açık hava cezaevine dönüştürülmüştür. Çocuklar okula, hastalar hastaneye gidememekte, ölüler onurlu bir şekilde gömülemektedir. Bu acımasız kısıtlamalar virüs kökenli bir pandeminin yayılmasını önlemeye değil, bölgede yaşayanların temel haklarını korumak ve Hintli liderlerin kendi kaderlerini tayin, topraklarını ve kimliklerinin teminatı için kendilerine yaptıkları vaatlere uymak için meşru isteklerini bastırmaya yöneliktir.
Azınlıkları, özellikle de 200 milyon Hintli Müslüman’ı hedef alan özenle hazırlanmış bir planla Hindistan’da yayılan bu nefret virüsü, bir zamanlar çeşitliliği ve asırlık gelenekleriyle gurur duyan bir ülkedeki insanlık ilkesinin yavaş ama emin adımlarla bizatihi ölümüyle sonuçlanmıştır.
Bugün durum artık böyle değildir.
Ülke, BJP’nin 2014 yılında iktidara gelmesinden hemen sonra dini hoşgörüsüzlüğe ve toplumsal şiddete doğru kaymaya başladı. Müslüman yurttaşların RSS taraftarı milisler tarafından herkesin gözleri önünde linç edilmesi, BJP liderlerinin nefret vaazlarıyla teşvik edilen bir norm haline geldi. Hindistan’ın en büyük eyaleti Uttar Pradeş’in başbakanı tartışmalı Hindu rahip Yogi Adityanath, Müslümanları hedef alan açıklamalarda bulundu. Vatandaşlık Yasası Değişikliği’ne (CAA) karşı barışçıl bir kadın mitingine atıfta bulunarak, bu kadınların « büryani yerine mermi » ile beslenmesi gerektiğini söyledi. Halk toplantılarından birinde, destekçilerinden biri Müslüman kadınların cesetlerinin mezarlarından çıkarılması ve tecavüz edilmesini teşvik edecek kadar ileri gitti.
BJP ve RSS’nin Hindutva (Hinduluk) programı artık bir sır değil. Bu nefret ve dışlama planı, Hitler’in Nazizminden ve Mussolini’nin faşizminden ilham almaktadır. Taraftarlarına göre Hindistan, Hindulara aittir. Diğerleri, yani Müslüman Hintliler, Hıristiyanlar ve diğer azınlıklar ise Hindistan’da yaşama hakkını elde etmek için Hindu kültürünü ve değerlerini kucaklamak zorunda olan ikinci sınıf vatandaşlardır. Ünlü Hintli yazar Arundhati Roy’a göre RSS, Müslümanların Hindu Hindistan’da yeri olmadığına inanarak Hindistan’daki Müslümanları Almanya Yahudileriyle karşılaştırmaktadır. Roy, BJP liderlerinin konuşmalarında defalarca Müslümanlardan tek yerleri « mezarlıkta ya da Pakistan’da » olan « yerleşik yabancı hainler » olarak söz ettiğini belirtmektedir. Fransız araştırmacı Christophe Jaffrelot, « Hindu milliyetçiler kendilerini bu toprakların gerçek sahipleri olarak değerlendirirken, Müslümanları ve Hıristiyanları kanlı yabancı istilaların ürünü olarak görmektedirler ».
BJP’nin 2014 seçimlerindeki zaferinden sonra, Hint tarihi ve kültürel uygulamaları daha da « cüretli » bir şekilde uygulandı. Bu projenin kapsamında tarih ders kitapları, Hindu simgelerini putlaştırarak ve Müslümanların katkılarını ve Hindistan’da uzun süre sürdükleri saltanata ilişkin referansları silerek, Hindu üstünlük programına hizmet etmek üzere yeniden yazılmıştır. Örneğin, Babür krallarının isimlerini taşıyan yollar yeniden adlandırılırken, Müslüman liderler şeytanlaştırıldı ve Hindular’ın « soykırımına » arka çıkmakla suçlandı. Simgesel Tac Mahal bile korunmadı. Uttar Pradeş hükümeti, 2017 yılında yayınlanan turizm broşüründe bu mekana yer vermedi. Uttar Pradeş başbakanı Yogi Adityanath’ın bu Babür anıtına yönelik nefreti, Tac Mahal’in Hint kültürünün bir parçası olmadığı, hatta bir Hindu tapınağı olduğunu iddia edecek noktaya kadar varmıştır.
BJP’nin ilk görev dönemi Başbakan Modi ve işbirlikçilerinin yakın gözetimi altında, dikkat çekici bir şekilde ekonomiye ve uluslararası ortaklık arayışına odaklanmışsa da, temeller de « önce Hinduizm » ve « Hindistan’ı otoriter ve milliyetçi bir Hindu devletine dönüştürmek » üzere özenle hazırlanmıştır. BJP bunu başarmak için sistematik olarak başlıca devlet kurumlarının denetimi ele geçirmiştir.
Samanth Subramanian geçen yıl The Guardian’da bunun Hindistan’ın 72 yıllık varlığındaki en ciddi kriz olduğunu yazdı. Subramanian, « Hindistan mahkemelerinin, medyanın büyük bölümünün, istihbarat teşkilatlarının ve Seçim Kurulunun Modi’nin politikalarına uyum sağlaması için baskı altında bulunduğunu » belirtti. Aşırı milliyetçi Hint medyası ve BJP arasındaki bağlantı, özellikle tehlikeli boyutlara ulaştı. Hindistan aydınlarının ve sivil toplumun birçok üyesi milliyetçi medyayı « Modi hükümetinin sözcüsü » olarak nitelendirdi.
Hindutva ideolojisinin uzun vadede Hindistan Anayasası’nın çökmesine yol açmasından da korkulmaktadır. Subramanian The Guardian’daki makalesinde, « anayasal anlaşmazlıkların » « BJP’nin insanların inançlarına göre sınıflandırıldığı ve değerlendirildiği bir ülke için hazırladığı plan » ile uyumlu olmadığını yazdı. Bu nedenle, BJP liderlerinin Hindistan siyasetinin laik ilkelerine defalarca saldırmaları şaşırtıcı değildir. Bhopal’li bir BJP siyasetçisi olan Pragya Thakur, Gandi’nin katili Nathuram Godse’yi « vatansever » olarak bile nitelendirdi. Ayrıca Şubat 2007’de 68 kişinin ölümüne yol açan Samjhota Express treninin bombalamasına karışmakla suçlandı.
Böylece, RSS’nin on yıllar öncesine dayanan, bir Hindu ulusunun yaratılış projesi, ruhlara nefret virüsü bulaştırılarak ve azınlık topluluklarını sürekli olarak karalanarak sistemli bir şekilde yürütülmektedir. Subramanian’ın dediği gibi, RSS ve BJP’nin başarısı, « kamusal söylemin ustaca zehirlenmesi » ve « medya aşılaması »ndan kaynaklanırken, « sosyal medya trolleri yalan yaymakta, kutuplaşmakta ve gün boyu şeytanlaştırmaktadır ». Hindu Hintlilerin çoğu bu oyuna bilerek dahil olmuştur. Diğerlerinin sessiz kalmaktan başka seçeneği olmamıştır, çünkü her türlü muhalif ses hain ve vatan düşmanı olarak nitelenmektedir.
Bazıları için bu psikotik davranış, Hindistan kadar farklılığı olan bir ülkede bir yanılma gibi görünebilir, ancak çılgınlığı içerisinde RSS, iktidarın ve kamusal yaşamın kulvarlarında bu patojenik unsurun sızması için yöntemsel olarak hareket etti. Bu bölme ve dışlama yaklaşımı bir başka demokraside verimsiz olabilse de Hindu Hindistan’da, Hindu üstünlük ideolojisini yüksek sesle ve güçlü bir biçimde destekleyerek BJP’nin seçmenlerini pekiştirmesine yardımcı oldu.
2019 seçimlerinde kanılan ezici zafer, Modi ve destekçilerine yeni bir ivme kazandırdı. « Hindutva » planı, her tür darbeye izin verilen bir yaklaşımla hızlı bir şekilde uygulandı. İlk adım 5 Ağustos’ta, ağırlıklı olarak Müslüman olan Cemmu ve Keşmir eyaletinin statüsünü gayrimeşru bir şekilde tek kalemle silmek oldu. Hindistan hükümeti iradesini dayatmak için Keşmir Vadisi’ne 100.000’den fazla takviye asker gönderdi, telefon ve internet hatlarını kesti, sokağa çıkma yasağı ilan etti ve siyasi liderleri, sivil toplum önderlerini ve hatta 18 yaşın altındaki gençleri hapsetti. Bu eşi benzeri görülmemiş abluka bugün de sürdürülmektedir ve Keşmir’in masum ve yoksul halkını karanlık çağlara geri döndürmektedir.
BJP’nin gündemindeki bir sonraki madde, onlarca yıllık eski bir dava olan Ayodhya’daki Babri Camii’nin kaderini belirleyen mahkeme kararı oldu. 16. yüzyılda inşa edilen bu cami, 1992 yılında BJP’nin kışkırtmasıyla bir siyasi vandalizm eyleminde Hindu kalabalığı tarafından yıkıldı. Olay, Hindistan’da yaklaşık iki bin kişinin ölümüne neden olacak dini ayaklanmalara yol açtı. Geçtiğimiz yılın Kasım ayında, Hindistan Yüksek Mahkemesi « tuhaf » bir karar aldı. Mahkeme caminin yıkılmasının yasadışı olduğuna karar verirken, bir yandan da orada bir tapınak inşa etmek için bölgeyi yağmadan sorumlu olan aynı güçlere emanet etti ve orada bir tapınak inşa etti. İronik olarak, Hindistan’daki en büyük dini azınlığı bir « sürekli güvensizlik » içinde yaşamaya zorlayacak şekilde, yeraltı dünyasının adaleti ülkenin en yüksek mahkemesi tarafından kutsanmış oldu.
Hindutva planının üçüncü aşaması, Afganistan, Bangladeş ve Pakistan’daki dini azınlıkların Hindistan vatandaşlığı kazanmalarını sağlayan Vatandaşlık Yasası Değişikliği’nin (CAA) yürürlüğe girmesi oldu. Yasa tasarısının Müslüman karşıtı yönelimi çok belirgindi. Derhal anayasaya aykırı olarak görülen tasarı, BJP’nin Müslümanları marjinalleştirme programının bir parçası olarak değerlendirildi. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği de, tasarının mezhepçi niteliğiyle ilgili olarak Hindistan Yüksek Mahkemesi’ne başvuruda bulundu.
Toplumun ilerici kesimlerinin katıldığı ülke çapındaki protestolara rağmen, BJP liderliği geri adım atmadı. Aksine, Müslümanlara karşı önyargılarını daha yüksek sesle ve hatta daha açık bir şekilde dile getirdi. Bir medya röportajında BJP Milletvekili Subramanian Swamy, Müslümanları sorun çıkaran bir kesim olarak niteleyerek açıkça hak eşitliğine layık olmadıklarını söyledi. Bu, yalnızca « zehirleyici azınlık karşıtı söylemi » daha da ağırlaştıran şaşırtıcı bir ifadedir.
Ve sonra kaçınılmaz olan yaşandı. Bu « çapulculara » bir ders verildi. Bu yılın Şubat ayında üç gün boyunca, Yeni Delhi’nin Kuzeydoğusunda bulunan Müslümanlara ait evler, işletmeler ve ibadet yerleri kudurmuş Hindu kalabalıkları tarafından yakıldı ve tahrip edildi. Saldırganlara yardım etmedikleri zaman işlerini bitirmelerine izin veren polisin gözü önünde onlarca Müslüman vahşice öldürüldü. New York Times, Delhi polisinin suç ortaklığı hakkında bunun « Narendra Modi hükümeti döneminde gelişen Hindu aşırıcılığının kaçınılmaz sonucu » olduğunu yazdı. BJP’nin kamu düzeni aygıtını siyasallaştırması gerçekten de « sokaklardaki Hindu aşırılık yanlılarını teşvik etti ».
Yeni Delhi’deki şiddetin doğası, 1.000’den fazla Müslümanın aşırılıkçı Hindular tarafından katledildiği 2002 Gucerat pogromunu çok anımsatıyor. Burada da eyalet polisi müdahale etmemekle suçlanmıştı. Modi’nin o zaman eyaletin başbakanı olması tesadüf değildi. Gucerat cinayetlerinde rol oynadığı iddiası nedeniyle yıllarca Birleşik Krallık ve ABD topraklarına kabul edilemedi.
Paris’te İNALCO’daki Urduca bölümü müdürü Shahzaman Haque, Delhi katliamı üzerine yazdığı bir makalede « Delhi tarafından Müslüman cemaatine karşı düzenlenen pogromun toplumumuzda gizlenen potansiyel soykırımın bir göstergesi olduğunu » yazdı. Kendisi de Müslüman bir Hintli olan Haque’nin makalesi boyunca, Müslümanları « ikinci sınıf vatandaşlardan gerçek paryalara » dönüştüren talih karşısında hissettiği kişisel acıyı duyumsuyoruz.
ABD Uluslararası Din Özgürlüğü Komisyonu’nun Hindistan’ın « Kara Listeye » alınmasına yönelik tavsiyede bulunması şaşırtıcı değildir. İki partili komisyonun yıllık raporunda, Modi’nin Hindu milliyetçisi hükümeti döneminde, « azınlıklara ve ibadet yerlerine karşı şiddetin her türlü cezasızlık içerisinde sürmesine izin veren, ayrıca nefret ve şiddeti kışkırtan söylemini teşvik etmiş ve hoşgörüyle baktığı » dinsel özgürlük koşullarının kötüleşmesine yönelik « sert » eğilime dikkat çekildi.
Ve şimdi de dünya benzeri görülmemiş bir sağlık kriziyle karşı karşıya kalmışken, Modi ve Hindutva taraftarları, Müslümanları koronavirüs propagandacıları olarak sunarak onları karalamak için yeni bir yol buldular. Bu işe kendilerini adayan troller sosyal medyaya aşırı bilgi yüklemesini yayarken, « CoronaJihad », « CoronaTerrorism » ve « BioJihad » gibi İslamofobik hashtaglerin hepsi Müslüman karşıtı propaganda için yeni alanlar oluşturmaktadır. Arundhati Roy, BJP’nin Covid19’u Müslümanlara karşı kullanma biçiminin Nazi Almanyasının Yahudilere karşı « onları damgalamak ve gettolaştırmak » için Tifoyu kullanmasına benzediğini bize hatırlattı.
Ne yazık ki BJP hükümeti, şaşırtıcı olmayacak şekilde, kendi nefret virüsünü tetikleyerek koronavirüs pandemisine karşı savaşmayı seçti. Washington Post’ta yayınlanan bir makalede belirtildiği gibi, « Hindistan’ın koronavirüse verdiği yanıtın, Başbakan Narendra Modi’nin milliyetçi yönetimini karakterize eden bir tür ayrımcılık ve İslamofobi ile lekelenmesi çok uzun sürmedi ».
Hindistan’daki dini azınlıklar aralıksız olarak acı çekmektedir. BJP’nin milliyetçi programı, toplum yönelimi ve seçici yaklaşımı ile tüm hızıyla sürdürülmektedir. Bugün herkes, koronavirüsle savaşmak için son haftalarda alınan koruma önlemlerinin neden olduğu sosyal kısıtlama ve ekonomik yavaşlamadan söz ediyor, ancak Cemmu ve Keşmir’de aylardır süren kısıtlamanın neden olduğu muazzam acı maalesef unutulmuş görünüyor. Uluslararası gözlemcilerin ve insan hakları kuruluşlarının durumu değerlendirmek üzere buraya acilen gitmesi gerekmektedir.
Hindutva planı kapsamında yayılan tiksinti verici patojen etken, hiçbir aşı umudu yokken Hindistan’ın geniş bölgelerini enfekte etmiş durumdadır. Ne yazık ki, başka kaygılara kapılmış bulunan uluslararası toplum sessizce olan biteni izlemektedir. İnsanlık vicdanı uyanmazsa, Hindistan’daki dini azınlıklar, özellikle 200 milyon Müslüman, onları bekleyen varoluşsal tehditle yüzleşmeye devam etmek zorunda kalacaktır.
Biraz sağduyulu olalım, biraz dengeyi yeniden sağlayalım, hoşgörülü bir yaşam tarzı inşa edelim. Demokrasiyi, insan haklarını ve temel özgürlükleri savunan büyük güçler, Hindistan’daki azınlıklara karşı bu aşırılıkları kınayarak görevlerini yerine getirmeli ve sorumluluk üstlenmelidir. Aksi takdirde, eski Pakistan dışişleri bakanı Riaz Muhammed Han’ın Dawn gazetesindeki son makalesinde belirttiği gibi, « istisna ve dışlama, nefret ve çatışma siyaseti» dünyayı « ortadan kaybolmaya » sürükleyebilir.
Bizimle iletişimde kalınız
Bizi sosyal ağlardan takip ediniz
Subscribe to weekly newsletter