Kendi aralarında değil, bölgeyi sömürgeleştiren güçler tarafından bölünen Orta Doğu devletleri, kendi mantıklarına göre yeniden örgütleniyorlar. Elbette bu yeni ittifaklar hâlâ kırılgandır ama Batılılar bunlarla iş yapmak zorunda kalacak.
Orta Doğu’yu anlamayı zorlaştıran şey, içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak ittifaklar kuran veya bozan, farklı mantığa sahip çok sayıda aktör içermesidir. Çoğu zaman bu bölgeyi siyasi olarak tanıdığımızı, dostlarımızın ve düşmanlarımızın kim olduğunu bildiğimizi düşünürüz. Ama yıllar sonra aynı yerlere geri döndüğümüzde, manzaranın dramatik bir şekilde değiştiğini görüyoruz: eski dostlarımızdan bazıları düşman olurken, bazı eski dostlarımız şimdi ölmemizi istiyor.
Bugünlerde de aynı şeye tanık oluyoruz. Birkaç ay içinde her şey değişmiş olacak.
– 1) Öncelikle, çöl bölgelerinde yaşayan bazı başoyuncuların şartlar nedeniyle kendilerini kabileler halinde örgütledikleri anlaşılmalıdır. Hayatta kalmaları, liderlerine itaat etmelerine bağlıydı. Bunlar demokrasiye yabancıdırlar ve cemaatçi tepkiler ortaya koyarlar. Örneğin Suudi ve Yemen aşiretleri, kökeni onlara dayanan Iraklı Sünniler ve Kürtler, İsrail ve Lübnan’daki topluluklar ya da yine Libya’daki aşiretlerin durumu budur. Bu insanlar (İsrailliler hariç), ABD’nin askeri projesinin, Rumsfeld/Cebrowski’nin devlet yapılarını yok etme stratejisinin başlıca kurbanlarıydı. Sahnelenen oyunu anlamadılar ve şimdi kendilerini savunacak güçlü bir devletten mahrum durumdadırlar.
– 2) İkinci bir aktör kategorisi, kişisel çıkarlarına göre şekil alır. Sadece para kazanmayı düşünür ve kimseyle empati kurmaz. Tüm siyasi durumlara uyum sağlar ve kendini daima kazanan tarafta bulmayı başarır. Bölgeye egemen olan her kesimden emperyalistlerin ezeli müttefiklerinin askerlerini tedarik eden odur (yakın tarihte Osmanlı İmparatorluğu, ardından İngiliz ve Fransız, şimdi de ABD imparatorlukları).
– 3) Son olarak üçüncü kategori vatanını savunmak için harekete geçer. Kabile halklarıyla aynı cesarete sahiptir, ancak olayları daha geniş bir açıdan değerlendirebilmektedir. Binlerce yıldır Şehir, sonra Devlet kavramlarını yaratan odur. Tipik olarak, ilk olarak devletleri kuran ve bugün bir devleti korumak için ölen Suriyelilerin durumu böyledir.
Batı’dan bakıldığında, genellikle bu insanların fikirleri için savaştığını düşünürüz: liberalizm veya komünizm, Arap birliği veya İslami birlik vb. Oysa uygulamada bu hep yanlıştır. Yemenli komünistlerin neredeyse tamamı bugün El Kaide üyesi oldu. Her şeyden önce, bu insanları sanki bizim düzeyimize ulaşacak nitelikte değillermiş gibi yargılıyoruz. Oysa bunun tersi doğrudur: üç çeyrek asır boyunca barış içinde yaşayan Batılılar, basit gerçeklerle bağlarını koparmışlardır. Dünya tehlikelerle doludur ve hayatta kalmak için ittifaklara ihtiyacımız vardır. Bir gruba (aşiret veya ulusal) katılmayı veya dostlarımızı ve ailemizi terk ederek tek başımıza düşmanlarımız arasında yolumuza devam etmeyi seçiyoruz. İdeolojiler elbette varlığını sürdürüyor, ancak bunlar ancak bu üç kategoriye karşı bir tavır aldıktan sonra dikkate alınmalıdır.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana Orta Doğu’nun siyasi manzarası birkaç kriz etrafında odaklanmıştı: Filistinlilerin topraklarından sürülmesi (1948), ABD ve SSCB karşısında, İngiliz ve Fransız imparatorluklarının zayıflaması (Süveyş, 1956), ABD’nin Körfez petrolünü denetimi altına alması (Carter, 1979), SSCB’nin ortadan kalkması ve ABD hegemonyası (Çöl Fırtınası, 1991), Rumsfeld/Cebrowski stratejisi (2001) ve nihayet Rusya’nın geri dönüşü (2015).
İran devrimi veya « Arap Baharları » da dahil olmak üzere tüm siyasi ve askeri olaylar, bu entrikadaki gölge olaylardan ibarettir. Hiçbiri yeni ittifaklarla sonuçlanmadı. Tam tersine, hepsi birine ya da diğerine zafer kazandırmak için boş yere girişimde bulunarak mevcut ittifakları güçlendirdiler.
Orta Doğu’da Rumsfeld/Cebrowski’nin « sonsuz savaşı »nı durdurmayı biricik görevi haline getiren Başkan Donald Trump’ın projesini tamamlayacak zamanı olmadı. Bununla birlikte, Pentagon’u cihatçıları kendi hizmetinde paralı asker olarak kullanmaya son vermeye ikna etmeyi başardı (Savunma Bakanlığı bugün geri adım atıyor olsa da). Her şeyden önce, Filistin davasının haklılığın sorgulayarak satranç tahtasını devirdi.
İlk bakışta söylenebileceklerin aksine, onun için İsrail’i tercih etmek değil, geçmişte yaşananlardan ders alınması söz konusuydu: Filistinliler, İsrail’e karşı arka arkaya beş savaşı kaybetti. Bu süre zarfında, taşınmak ve zorla yeni toprakları (Ürdün ve Lübnan) fethetmek için iki kez girişimde bulundular. Nihayetinde İsrail ile bir Anlaşma (Oslo) imzaladılar. Bu koşullar altında, bizzat kendilerinin bunları ihlal etmesine rağmen, devredilemez haklarından nasıl söz edebiliriz?
Bu mantığa katılıyor olsak da katılmasak da, hiç kimsenin itiraf etmemesine rağmen Arap dünyasında paylaşıldığı açıktır. Filistin davası adına konuşan güçlerin onun adına kesinlikle hiçbir şey yapmadığını; burada her şeyi kendi çıkarları için olduğu gibi muhafaza etmek için takınılan hukuki bir tavrın söz konusu olduğunu herkes tespit edebilir. Görünen o ki, Başkan Trump Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve İsrail’e « İbrahim Anlaşmaları »nı imzalatmayı başardı. Dünün düşmanları aralarında barış yapmayı kabul ettiler. Yaygın inanışın aksine bu, İsrail için Arap ortakları için olduğundan daha kolay değildi. Nitekim barış, İsrail’i artık İngiliz İmparatorluğu’ndan miras kalan bir sömürge devleti değil, çevresi ile uyum içinde yaşamaya davet edilen diğerleri gibi bir ulus olmaya zorluyor.
Sürdürülebilirlerse bu değişikliklerin gerçekleşmesi daha zaman alacaktır. Bu arada, bir yandan Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail, diğer yandan Suudi Arabistan ve İran şimdi kendilerine yeni bir soru soruyorlar: Hepsi yeni bir tehlikeye, Türkiye ve Katar’dan gelen yayılmacılığa karşı hazırlıklı olmak zorunda değil mi?
Bu nedenle Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs ile ittifak kurarken, Suudi Arabistan ve İran arasında gizli görüşmelere başladı. Mısır (bu ülkelerden bazılarının üyesi olduğu Arap Ligi’ni temsil eder) ve Fransa (diğer katılımcı ülkelerin üyesi veya ortağı olduğu Avrupa Birliği’ni temsil eder) Atina’da Philia Forumu adlı bir hazırlık toplantısına katıldılar. İttifakların bu topyekun ve sert alt üst oluşu, mümkün olduğunca gizlilik altında yapılmaktadır. Ama her şeye rağmen yapılıyor.
En önemli olay ise bir yandan Yunanistan ile İsrail, diğer yandan Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan arasında kurulan askeri ittifaktır. Varılan anlaşmalarının tamamının içeriği bilinmiyor, ancak İsrail Ordusunun Yunan hava kuvvetlerini 1,65 milyar dolara eğiteceği, Yunanistan’ın Suudi Arabistan’a Patriot füzeleri göndereceği ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin bazı savaş uçaklarını Yunanistan’a devredebileceği biliniyor.
İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri arasındaki ilişkiler, Abu Dabi’deki bir BM ofisinde gayri resmi olarak büyükelçilik gibi faaliyet gösterecek bir İsrail « temsilciliğinin » açılmasından bu yana normalleşirken, İsrail ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkiler 2014-15’teki gizli müzakerelere kadar uzanıyor.
Suudi Arabistan ve İran arasındaki müzakereler, Sünni/Şii karşıtlığının tamamen yapay olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. 1992’de iki ülkenin, birbirinden nefret etmekten uzak, ABD komutası altında Müslüman Bosna-Hersek’i Ortodoks Sırbistan’a karşı desteklemek için birlikte savaştıklarını unutmayalım.
Bizimle iletişimde kalınız
Bizi sosyal ağlardan takip ediniz
Subscribe to weekly newsletter