Avrupa Konseyi, üç gün gecikmeli olarak, kamuoyuna ilan ettiği terörist örgütler listesine Hizbullah’ın askeri kanadının alınmasına ilişkin kararını açıkladı. Her zaman yapılan açıklamaların aksine, konuyla ilgili haber dünya çapında yankı buldu ve Hizbullah ta bu habere cevabi açıklamasını yaptı.

Resmi belge ile birlikte, “bu durumun Lübnan’daki siyasal partiler ile diyalog sürdürülmesine engel teşkil etmediği ve Lübnan’a yardım yapılmasını etkilemediği” hususunun altını çizen Konsey ve Komisyonun ortak deklarasyonu da sunulmuştu. Avrupa Birliği, bu yorumla, Hizbullah’ın sivil ve askeri kanatları arasında ayırım yapmayı hedeflemekte ve askeri kanadına kınama getirirken, sivil kanadı ile görüşme yapma imkânı yolunu açmakta.

Avrupa Birliği Büyükelçisi Angelina Bayan Eichhorst, aynı yolu izleyerek, alınan bu kararın aralarındaki ilişkilerde herhangi bir değişikliğe neden olmayacağını bildirmek için Hizbullah’ın uluslararası ilişkiler sorumlusu Ammar Moussaoui ziyaret etmek üzere Beyrut’a gitmişti.

Buradan çıkan sonuç, alınan bu kararın herhangi bir anlamı olmadığıdır.

Hizbullah’ın mistik hayalinin maskelenmesi

Hizbullah, aslında, siyasal bir parti değildir. Ancak, bayrağına aldığı (sarı zemin) İranlı Basidçiler modeline göre örgütlenip, Şii aileler tarafında kurulan, İsrail saldırılarına karşı faaliyet gösteren bir direniş ağıdır. Bu direniş ağı, devamlı olarak, özel bir yapılanma olan bünyesine Şii olamayan kişileri de dâhil etmiş ve İsrail hava saldırılarıyla yerle bir edilen güney bölgesini yeniden imar edilmesi uğruna şehit ve gazi olanların ailelerine yardım yapılması amacıyla Lübnan devletinin yapması gereken ama yapdadığı hizmetleri sağlıyor. Bu ağın kuruluş evrimi, Hizbullah’a seçimlerde aday gösterme ve hükümet kabinesinde yer alma imkânını sağlamış.

Hizbullah’ın Genel Sekreteri, Seyyid Hasan Nasrullah, ahlaki çürüme olarak gördüğü, ülke siyasetine yönelik yürütülen faaliyetler konusunda çekincelerini sürekli ifade ediyor. Hasan Nasrullah, tam aksine, Kerbelâ vakasında şahit olan İmam Hüseyin’in yolunda giderek, büyük oğlu Muhammed Hadi’nin olduğu gibi, savaş meydanında şehit düşerek ölme idealini yeniden dillendirmek üzere her türlü fırsatı değerlendiriyor.

Aslında Mistik siyasi bir atılımın ürünü olan Hizbullah’ın, Avrupa tarzında faaliyet gösteren bir siyasal partilerle ile mukayese edilmesi uygun değil. Askerleri, savaş yaparken dünyevi herhangi bir kazançları olmayıp, şehit olmak için yaşarlar. Haklı bir davalarının olduğu ve bu davanın insan soyunun devamı anlamında kurban olma fırsatı yaratığı düşüncesinde olduklarından dolayı savaşmayı amaç edinmişlerdir. Bu, amaç aynı zamanda, Ayetullah Humeyni devriminin de amacıydı. Ve şimdi Hizbullah bu amaç uğruna savaşım veriyor.

Hizbullah, yani “Allahın Partisi” tabiri, Arapçadan gelen adının başka bir dile tercümesinde ortaya çıkan anlam belirsizliğine rağmen, bu direniş ağının siyasal bir formasyonu yok, olmasını da zaten beklemiyor. Kuran’dan alınan bu mezhepsel adlandırma bayrağında da tasvir ediliyor: “Her kim ki Tanrı ile müttefik olursa, Elçisi ve inananlar ile birlikte başarıya ulaşacak. Çünkü Allahın yolunda mücadele verenler muzaffer olacaklar.” Böylesi bir ifadede “Allah’ın Partisi” ibaresinin eskatolojik anlamda dikkate alınması gerekir: Yani, zamanın sonunda (ahrette) kötülüğe karşı zafer kazananın Tanrı olacağı inancı.

Ne gariptir ki, çoğunlukla dünyevi güçler ile dinsel güçler arasında ayırım yapmayı demokratik kazanım olarak dikkate alan Avrupalılar, Hizbullah’ın bu manevi niteliğine karşı sitemde bulunuyor ve siyasal bir partiye dönüştürerek , “standart” bir hal almasına çalışıyorlar. Avrupalıların zihinlerinde Lübnan direniş hareketinin Filistin ve Suriye’nin kolonizasyon faaliyetleriyle ilgisi yok. Mücadele vererek hayatını tehlikeye atmaları yerine, siyasi kariyer yapma çabasında bulunmaları kendilerinin hayrına olacak.

Avrupa Konseyinin bu kararları pek önemli olmayacak. Bu Hizbullah’ın “askeri kanat” üyelerinin Avrupa Birliği ülkelerinde seyahat etmelerine yasaklama getirmekte ve açılan banka hesaplarının dondurulmasını amaçlamakta: Ancak, kolonyal güçlere karşı mücadele veren yasadışı örgütlerin neden Avrupa ülkelerinde banka hesabı açtıkları hususu görmezden gelinmekte.

O halde, bu kadar yaygara neden? Hizbullah’ın Avrupa Birliği terörist örgütler listesinde yer alması Anglo-Saxon imparatorluğunca da desteklenen, Tel-Aviv’in eskiden beri bir talebidir. Tel-Aviv’in bu talebi; “iyilerin” aslında İsrailler olduğunu ve “kötülerin” ise İsrail’e ait toprakları ellerinden almaya çalışanlar olduğu tezini savunmak üzere iletişim sağlamaya yönelik bir çabadır. Bu talep, geçtiğimiz Mart ayının 12’sinde, İsrail Cumhurbaşkanı Shimon Peres tarafından Avrupa Birliği ülkeleri hükümetlerine ve Avrupa Parlamentosu makamlarına iletilmişti. Bu talep, İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague ve Fransa Dışişleri Bakanı Laurent Fabius tarafından Avrupa Konseyine sunuldu. Aralarında Kaliforniya eski valisi Arnold Schwarzeneger’in de bulunduğu ABD’deki Siyonistlerin seferber olmasından sonra, Hollanda Dışişleri Bakanı Frans Timmermans ve Avusturya Dışişleri Bakanı Mishael Spindelegger de İsrail talebinin Avrupa Konseyine sunulması sırasında İngiltere ve Fransa Dışişleri Bakanlarına katıldılar.

Arjantin’de İsrail başarısızlığının maskelenmesi

İsrail iletişimcilerinin acilen harekete geçmeleri gerekiyordu. Çünkü İsrail 1944 yılından beri, İran ve Hizbullah’a, 85 kişinin ölümüyle sonuçlanan Buenos Aires’deki Yahudi Yardımlaşma Kurumu binasının havaya uçurdukları konusunda suçlamakta. Konuyla ilgili bu hikâye kesinlik derecesinde olmuş şeklinde çok sayıda ansiklopedi ve ders kitaplarında yer almış. Arjantin adli makamları yıllardan beri bu konuyu gündemlerine alıyorlar. Ancak, Ocak 2013’te Arjantin ve İran bu konunun aydınlığa kavuşturulması için bağımsız hukukçulardan oluşan bir komisyon kurdular. Saldırının aslında, İçişleri eski bakanı Vladimir Corach tarafından düzenlenen İsrail-Arjantin işbirliğiyle yapılan bir entrika olduğu anlaşıldı.

Bu olayın İsrail’in propaganda yapma işine yaramayacağı anlaşılınca, Tel Aviv, 18 Temmuz 2012 tarihinde, Bulgaristan’da meydana gelen, 7 kişinin ölümüyle sonuçlanan, İsrail’e ait bir otobüs’ün havaya uçurulması konusunda İran ve Hizbullah’ı suçladı. Bulgar merkez sağından gelen hükümet, ilk etapta, Bulgar merkez solundan gelen bir önceki hükümet tarafından yalanlama gelinceye kadar, İsrail’in bu suçlamasını ciddiye aldı. Avrupa Konseyi için bütün bu gelişmelerin önemi yok. Çünkü Hizbullah, Avrupa Birliği topraklarında gerçekleşen, oysa, yasal olarak başarısızlığa uğramış bir saldırının siyasi faili kabul ediliyor.

İsrail otuz yıldan beri, neredeyse dünyanın her yerinde meydana gelmiş, sivillere karşı yapılan 20 kadar saldırıyı teşvik ettiği ve bazen de fiilen gerçekleştirdiği konusunda Hizbullah’a suçlama getiriyor.

Yine de, ne gariptir ki, demokratik kazanım gereği olarak masumiyet karinesini dikkate alan Avrupalılar, Hizbullah konusuna gelince, hâkim huzuruna çıkarmadan ve mahkemede yargılama yapılmadan zanlı hakkında hüküm veriyorlar.

Avrupalıların Suriye’deki başarısızlığını maskelenmesi

Bu dosyanın fonunda, yeni bir konunun aslında yer almadığı hiç kimsenin dikkatinden kaçmamıştır: Söz konusu yeni konu; Hizbullah’ın Suriye savaşına müdahil olmasıdır. Brüksel’de, mademki Beşar Esad rejimini devirmeye destek vermekle verilen taahhütlere ihanet ediyoruz, o halde, Hizbullah’ı kınayarak Suriye’deki “isyancılara” destek verelim diye düşünüyor olmalılar. Avrupa Konseyinde karar alınması sırasında ağırlıklı olan konunun bu argüman olduğu anlaşılıyor. Bu durum, tam aksine, İngiltere ve Fransa’nın, şimdilerde Özgür Suriye Ordusu bayrağı haline gelen, Suriye’de kolonizasyon bayrağını dikerek, kasıtlı olarak yaratıkları çatışma ortamını uzun süre sürdürmedeki başarısızlığını göstermektedir.

Bu kanı Suriye’de çarpışan kampların açığa çıkarılması için yeterlidir: Bir yandan sömürgeci baskıya karşı direniş hareketi, diğer yandan, sömürgeci güçlerin faaliyetleri.

Birleşik Krallık kolonyal statüsünü talep ederken, İngiltere’nin tutumu şaşırtıcı değilse bile, tarihinin akış seyrinde devrim yapma ve emperyal dönemlerin birbirlerini izlediği Fransa’nın tutumu daha çok şaşırtıcıdır.

Böylece, 1789’da kabul edilen İnsan Hakları ve Vatandaşlık Beyannamesinin ikinci maddesinde, birisi “baskıya karşı direniş gösterme” hakkı olmak üzere, dört temel hakkın olduğu açıklanmaktadır. Charles de Gaule, tam da bu temel hakka dayanarak, 1940’ta, Fransız direniş harekenin başına geçerek, Nazi İmparatorluğu ile Fransa arasında mütareke yapılmasına karşı çıkmıştı.

Jules Ferry, bunların tam aksine, 1880’li yıllarda, kolonyal ordunun finansman sağlayıcısı değil de, vergi mükellefi olması sıfatıyla, Fransa’daki yatırımları açısında en iyi verimliliği düşünen bir işveren edasıyla, Fransız yayılmacılığının harekete geçirmişti. Jules Ferry, Fransa’da askere alımı kolaylaştırmak amacıyla, kamuya ait okulları zorunlu ve ücretsiz hale getirmişti. “Cumhuriyetin siyah süvariler” olarak adlandırılan eğitmenlerin, Fransız gençlerini kolonyal birliklerinde hizmet vermeye ikna etmeleri gerekiyordu. Devlet Başkanı François Hollande, işte o zamanlarda kalma Jules Ferry himayesi altında, beş yıllık planını hazırladı.

Şayet modern Fransa’da, Charles De Gaule dönemi olsaydı, belki de Fransa’nın başında İkinci Dünya Savaşında Nazilerle işbirliği yapan, bir şekilde 1789 mirasının sona erdiğinin söyleme yolunu bulup, zafer kazanan Nazi İmparatorluğuna boyun eğmeyi daha makul gören bir mareşal olan Phlippe Pétain olabilirdi. Fransız elit tabakasının onu bu düşüncesinden dolayı rehabilite edeceklerini söylemek elbette daha çok erken. Ancak, Lübnan direniş hareketini kınamak, terörizm adına ikinci kez Charles De Gaulle’ü mahkûm etme anlamına gelir.

Kesin olarak şunu söyleyebilirim ki; Fransa’nın Şanı olan devrimci düşünceler günümüzde Paris’te değil de, Beyrut’ta daha iyi bir şekilde savunuluyor.

Çeviri
Nizamettin Karabenk