Başlangıçta Batı liderlerinin kendi aralarında akıllarına estikçe yaptıkları basit sohbetlerden ibaret olan G7 toplantıları, önemini yitirip bir iletişim çalışmasına dönüşmeden önce, bir dünya hükümetine dönüşmeye özendi. Ise-Shima zirvesi, her bir katılımcının kullanacağı söylemin öğelerini belirleyerek, dünya sorunlarını yeniden ele aldı.
G7 toplantısı geçenlerde Ise-Shima’da (Japonya) toplandı. Daha önceki zirvelerle ilgili haber bombardımanına tutulmaya alışmışken, bu zirve uluslararası basında çok az yer bulabildi. Bunun nedeni, toplantının amacının büyük oranda değişmiş olmasıdır.
1974’teki ilk petrol şoku bağlamında, beş Maliye bakanı (Federal Almanya, Fransa, Japonya, Birleşik Krallık, ABD) gündem olmaksızın, sadece görüş alışverişinde bulunmak üzere Beyaz Saray’ın kitaplığında toplanırlar. Buna « Library Group » adını vermişlerdi.
Aynı örnek üzerinden, bir sonraki yıl (1976), bu grubun hayatta kalan iki şahsiyeti, Fransa Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Valéry Giscard d’Estaing ve Federal Almanya Şansölyesi Helmut Schmidt, dönemin önemli konuları hakkında görüş alışverişinde bulunmak üzere aynı ülkelerin ve İtalya’nın Devlet ve hükümet başkanlarını Rambouillet Şatosuna davet etme inisiyatifini aldılar. O devirde, uluslararası zirveler çok sık yapılmıyordu ve çok biçimseldiler. G6 toplantıları, protokol uygulanmayan, özel kulüp havası içerisinde, sade, sakin ve dostane niteliğiyle sorunları ele alıyordu. Görüşmeler, çevirmen kullanılmadan doğrudan İngilizce olarak yapılıyordu. Toplantının düzenleneceği kamuoyuna son dakikada duyuruluyordu. Herhangi bir gündemi de, zirveyi izleyen gazetecileri de yoktu.
1977 yılında Kanada Başbakanı ve 1978’den itibaren de Avrupa Komisyonu Başkanı da toplantılara davet edildi. 1994’te Rus Devlet Başkanı davet edilmiş ve 1997’de resmen toplantılara dahil edilmiştir (G8). Batılılar, SSCB’nin yıkılmasından sonra Rusya’nın aralarına katıldığına ve birlikte tek kutuplu bir dünya kuracaklarına ve buna egemen olacaklarına inanıyorlardı. Dünyayı denetimden uzak bir şekilde yönetmek üzere uluslararası hukuku bir kenara itebileceğini ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin yerine geçebileceğini hayal ediyordu.
G8, 2000 yılında, Paul Wolfowitz ve Dünya Bankasının çok yoksul ülkelerin borçlarının silinmesi önerisini kabul etti. Ancak bunun için küçük bir koşulları vardı: çok uluslu şirketlerin kısıtlama olmaksızın yağma edebilmesi için bu ülkelerin ekonomilerini tamamen liberalleştirmesi gerekiyordu. Söz konusu 62 ülkeden sadece 9’u bu düzmece pazarlığı kabul etti. G8’in takındığı bu tavır, dünya çapındaki küreselleşme karşıtı hareketin doğmasına yol açtı. Cenova’de gerçekleştirilen bir sonraki zirve sırasında gösterilerin bastırılması sırasında bir kişi ölür. Bu olaydan sonra zirvelerin bundan böyle, çok sıkı bir polis ve asker koruması altında büyük kentlerin dışında düzenlenmesi kararı alındı. Böylece gözlerden ırak bir şekilde kolayca gizli komplolar hazırlanabilecekti.
Ancak 2013 yılında işler renk değiştirit: Vladimir Putin Kremlin’e geri dönmüştü ve Batılılar, Kofi Annan’ın elde ettiği, Cenevre Bildirisiyle de teyit edilen taahhütlere karşın Suriye’ye karşı savaşı yeniden başlatır. Lough Erne zirvesi, 1’e karşı 7 üyenin karşılaşmasına dönüştü. Vergi cennetleri konusunun ele alınması beklenirken, zirveye Batı’nın Suriye’ye karşı tavrına ilişkin tartışmalar hakim olur. Bir sonraki yıl (2014), Kiev’deki darbeden sonra, Ukrayna’nın bölünmesi ve Kırım’ın Rusya Federasyonuna dahil olması sonrasında Almanya katılımcılar arasındaki güvenin ortadan kalktığını ve toplantının artık alışılageldik şekliyle düzenlenemeyeceği tespitinde bulunur. Batılılar dramatik bir şekilde Şoçi’deki zirveye katılmamaya karar verirler ve Rusya’nın katılımı olmaksızın Lahey’de (Hollanda) toplanırlar. G8 eksi bir yeniden G7’ye dönüşür.
Zirve, bundan 42 yıl önce, ele alınan ekonomik konulara işaret eden ve Batı bloğunun birliğinin altını çizen kısa bir açıklamayla sona eriyordu. Kısa süre içerisinde, bu gizli toplantı sırasında hiçbir önemli kararın alınmadığı konusunda uluslararası yatırımcılara güvence vermek için bu açıklamalar genişletildi. Rusya’nın davet edilmesi ve çok sayıda gazetecinin katılımıyla birlikte, dünyanın Washington’un çevresinde birleştiğini göstermeyi hedefleyen bir siyasi açıklama da yapılmaya başlandı. Ardından dünyanın mevcut durumu ve güçlü devletlerin bunu düzeltme yolundaki iyi niyeti hakkında uzun tezler yayınlanmaya başlandı. Hiçbir zaman G8’de kesinlikle bir karar alınmadı. Ama kısa süre sonra unutulan güvenceler (dünyada açlığa son vermek gibi) ya da hemen sonra çiğnenen fermanlar (örneğin açık kaynaklarla ilgili) yayınlandı.
G7’ye ne oldu?
G7’nin 9 resmi üyesi arasında, 2 tanesi çifte oya sahiptir: ABD, Gladyo (NATO’nun gizli örgütü) üyesi olduğu ortaya çıkarıldıktan sonra Başbakanlık görevinden istifa etmek zorunda kalan Avrupa Komisyonu Başkanı Lüksemburglu Jean-Claude Juncker’e güvenebilir. Almanya ise, Soğuk Savaşın başlangıcından beri Ailesi Merkel’inkine çok yakın olan Avrupa Konseyi Başkanı Polonyalı Donald Tusk’ın desteğine güveniyor.
Artık G7 basit bir biçimlendirme toplantısı haline gelir. ABD ve Almanya, tebaalarının kullanmak zorunda oldukları söylemin öğelerini ifade etmektedirler. Binlerce gazeteci bu büyük ayini izlemektedir. İse-Shima zirvesi sonunda uzun bir ekonomik-siyasal içerikli bildiri ve ABD elitlerinin söylemini yansıtan altı ek belge yayınlanmıştır. En azından görünüşte her şey mükemmeldir, ancak ayrıntılı bir okuma yapıldığında –ki bunu göreceğiz- aksine utanç verici işler çevrildiği anlaşılacaktır.
Bildirinin giriş bölümünde, G7 üyeleri aşağıda en önemli dördü sıralanan ortak değerlerinin altını çizmektedirler:
– Özgürlük
– Demokrasi
– Hukuk devleti
– İnsan haklarına saygı.
Ardından
– Dünya barışı
– güvenliğini
– ve refahını
– teminat altına alma yeteneklerini ortaya koymaktadırlar.
Nihayet, önceliklerini ortaya koymaktadırlar:
– küresel ekonomik büyüme.
Küçük bir çocuk dahi, bu « büyük insanların » önceliklerinin küresel ekonomik büyüme olduğunu söyleyerek dile getirdikleri ideal ve hedeflerle alay geçtiklerini zorlanmadan anlayabilir.
G7’nin sonuç bildirisi
Kendilerini dünyanın en güçlüsü sanan bu 9 kişinin, uluslararası politikaya ilişkin bildiride yer alan görüşlerini incelemekle yetineceğim [1]. Bu bir anlamda bugün Batılıların yaygın olarak kullandığı başlıca 18 yalanın katalogu gibidir ve başlıca ihtilaf konularını gözden geçirme imkanı vermektedir.
– « Terörizm ve şiddet içeren aşırılığa karşı mücadele » [2]
Terörizmin şiddet içeren aşırılığın meyvesi olduğu görüşü ne yazık ki artık uluslararası zirvelerde kabul gören bir olgu olmuştur. Buna göre terör, çözülememiş politik sorunlar bağlamında kişisel psikolojik sorunların ortaya çıkmasından ibarettir. Dolayısıyla da terörizm bir askeri strateji değildir, hiçbir Devlet bunu uygulayamaz ve ancak kişisel bağışlarla ve farklı alanlardaki kaçakçılıkla finanse edilebilir. Bu, bir küresel uzlaşma yanılsaması yaratmak için G7’ye katılan BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un Aralık 2015’ten beri savunduğu teoridir [3]: tek düşman « radikalleşmedir ». Terörizmi örgütleyenlere, her türlü muhalefet biçimini terörizmi önleme gerekçesiyle yenme imkanı veren bir tanımlamadır bu.
2001 yılından beri sütunlarımızda yılmadan yinelediğimiz gibi, G7’nin 9 üyesinden en az 8’i Irak, Suriye ve Libya’da El Kaide ve IŞİD’i doğrudan desteklemektedir. Sadece Justin Trudeau’nun Kanada’sı bu gizli savaşa katılmıyor gibi görünmektedir.
– « Göçler ve sığınmacı krizi » (sığınmacılar ve göçmenler krizi değil)
Göçmen akımıyla sığınmacı krizi arasındaki anlambilimsel ayrımın altını çizmemiz gerekir. Göçmenler yer değiştirmeyi kendileri tercih ederler. Yer değiştirmek zorunda kalan ve uluslararası koruma hakkına sahip sığınmacılardan farklı olarak tek tek bireyler olarak değil bir akım olarak kabul edilirler.
Oysa aslında çok az gerçek sığınmacı vardır. Ülkelerini terk eden Suriyelilerin büyük çoğunluğu ülkelerini cihatçılara karşı savunmayı tercih etmemiştir çünkü Cumhuriyetin NATO tarafından devrileceğine inandırılmışlardır. Bazıları, cihatçıların zaferinden ve gerçek bir İslam Devletinin kuruluşundan sonra geri gelmek umuduyla ülkeden kaçmışlardır. Ancak uluslararası hukuk, ne anavatanlarını savunmak için silah kuşanmayı reddeden asker kaçaklarını, ne de savaşmadan zafer beklentisi içerisinde olanları sığınmacı olarak kabul etmektedir.
Suriyelilerin kaçış fenomeninin, ülkeye saldıran ve onu yurttaşlarından arındırarak yenmeyi uman Devletler tarafından teşvik edildiğine kuşku yoktur. G7’nin tüm üyeleri bu plana ortak olmuşlardır.
– Suriye
G7, karşılıklı olarak saldırılara son verilmesi yolunda varılan anlaşmanın « Suriye rejimi » tarafından ihlal edilmesini şiddetle kınamaktadır. Gerçi, ne bugüne kadar silahlı gruplarca gerçekleştirilen ihlallere, ne de –asıl önemli olan budur- en başta bizzat kendi yaptığı ihlallere ilişkin tek kelime dahi etmemektedir. Örneğin, Jane’s dergisi tarafından kanıtlanan, ABD Savunma Bakanlığının 2 000 ton silah ve cephane teslimatından söz ediyorum. Bu silah ve cephanenin en az yarısı, G7’nin birkaç satır yukarıda savaştığını iddia ettiği El Kaide ve IŞİD’e teslim edilmiştir [4].
G7 aynı zamanda, uluslararası insani yardımın erişimini kısıtladığı için « rejimi » (BM üyesi bir Devleti tanımlamak ve G7’nin savaştaki amacının « rejimi değiştirmek » olduğunun altını çizmek için kullanılan aşağılayıcı bir deyim) suçlamaktadır. Oysa BM’nin saydığı olaylar, önceden Suriye Hükümetiyle mutabık kalınan tarih ya da güzergahlara dahi BM tarafından uyulmadığını ortaya koymaktadır. G7, birçok yerleşimin erişimini engelleyen silahlı grupları kınamamanın dışında, Dünya Gıda Programına, yardımları cihatçıların bölgesine paraşütle gönderilmesi izni vermek üzere, bunu « rejimi » suçlamak için kullanacağını duyurmaktadır. Oysa bu tip operasyonları kendi başına gerçekleştirme imkanı olmayan Dünya Gıda Programı, bu işin taşeronluğunu, paraşütle sadece yiyecek maddesi ve ilaç değil ama silah ve cephane de gönderen ABD Hava Kuvvetleri’ne vermektedir. Bu tip operasyonların insani yardımla hiçbir ilgisi yoktur, çünkü cihatçıların denetimindeki bölgelere paraşütle atılan gıda maddeleri ve ilaçlara hemen silahlı gruplar tarafından el konulacak ve bu malzemeler boyundurukları altındaki halklara altın pahasına satılacak ya da yakın zamanda tanık olduğumuz üzere Türkiye’ye ihraç edileceklerdir.
Son olarak G7, herhangi bir taraf belirtmeden, kimyasal silahlar sorunundan söz etmektedir; bu da bu suçlamayı, silahlı gruplar ve Türkiye dahil herhangi bir tarafa karşı kullanabileceğinin işaretidir. Bu, öngörülemeyen Erdoğan Hükümetine karşı bir şantaj aracıdır.
– Irak
G7 bu ülkenin « birliğini, egemenliğini ve toprak bütünlüğünü » desteklemektedir. IŞİD’e karşı mücadelesi konusunda Irak hükümetini tebrik etmektedir ve kurtarılan bölgelerdeki halklara yardım etmesi için Bağdat’ın gösterdiği çabaları desteklediğini ve desteklemeye devam edeceğini açıklamıştır. Öte yandan, IŞİD’e karşı zafer kazandığı için Suriye « rejimini » kutlamadığını da göz önünde bulundurarak, buradaki asıl hedefinin terörizmle mücadele olmadığı –BM Güvenlik Konseyi kararlarının aksine- sonucunu çıkarıyoruz.
G7 üyeleri, Kürtler dahil, Irak yetkililerine yardım etmek için halen 3,6 milyar dolardan fazla harcama yaptıklarını açıklamaktadırlar. Böylece, birkaç satır yukarıda yazdıklarının tersini yapmaktadır: ülkenin birliğini savunduğunu iddia ediyor ama merkezi hükümete artık itaat etmemeye teşvik ettiği bir vilayete doğrudan silah sağlamaktadır.
– İran
G7, bundan bir yıl önce İran ile vardığı 5+1 mutabakatıyla övünmektedir. Oysa bu mutabakata göre ABD, Avrupa ve uluslararası yaptırımlar kaldırılacak ve bu da İran’ın dünyanın hemen hemen her yerinde bloke edilen 150 milyar dolarına yeniden kavuşmasını sağlayacaktı. Bu arada bazı küçük ülkeler dondurmak zorunda kaldıkları bazı fonları serbest bırakmış olsalar da –örneğin İsviçre’deki 12 milyon dolar-, İran, ABD ya da Avrupa Birliğinde bloke edilen tek bir kuruşunun yüzünü dahi henüz göremedi. Daha da kötüsü, resmi olarak Washington 450 milyon doların üzerindeki engeli kaldırmış gibi yapmış olsa da, « bağımsız » bir ABD yargıcı, son 15 yıldır ABD’nin hiçbir zaman İran’a suçlama yöneltmediği 11 Eylül saldırılarının mağdurlarına tazminat ödeme gerekçesiyle bu paraya hemen ihtiyati tedbir koydu. Dokuz G7 üyesinin bu konudaki yaklaşımı, İran’ın bağlantısız ülkeler hareketinin desteğiyle Güvenlik Konseyine yaptığı şikayete [5] cevaben gelişmiştir.
G7 bu tavrını, İran’ın 2231 sayısı karara aykırı olarak füze alanında gerçekleştirdiği araştırmaları kınayarak sürdürmektedir. Zaten Büyükelçi Samantha Power, Güvenlik Konseyi oturumunda, İran’ın sadece BM kararına uygun hareket etmekle kalmayıp, balistik füzeler konusundaki uluslararası kurallara da uyması gerektiğini de hatırlatmıştı [6]. ABD, balistik füzeler konusuyla nükleer konusu arasında bağlantı kuramayacağını gayet iyi bilmektedir; zaten 5+1 mutabakatına varıldığından beri ABD İran’a karşı hiçbir şikayette bulunmadı.
– Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti
G7, ABD’nin bu ülkeye karşı 1950 yılından beri savaşta olduğunun altını çizerek, « Kuzey Kore » olarak adlandırdığı ülkenin gerçekleştirdiği nükleer araştırmaları kınamaktadır. Bu yolla, birçok Güvenlik Konseyi kararından destek alma imkanına sahiptir. Öte yandan, aralarında bir barış anlaşmasının olmaması ve bir askeri nükleer programa sahip olmayan İran’a karşı 10 yıl boyunca uygulanan baskı da dikkate alındığında, Pyongyang’ın niye buna uygun hareket etmediğini daha iyi anlıyoruz.
– « Ukrayna/Rusya »
G7, Ukrayna’nın « egemenliğine, toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına » saygı gösterilmesi zorunluluğunu yeniden ifade etmektedir. Ardından, Kırım’ın Rusya tarafından yasadışı ilhakı kınanmaktadır. Bu, Batının ikiyüzlülüğünün bir başka örneğidir. Çünkü Kiev’deki askeri darbeyi düzenleyenler ve bu yolla Ukrayna’nın egemenliğini ve bağımsızlığını ihlal edenler bizzat G7 üyeleridir. Darbeye karşı çıkan yurttaşlar önce direnişe geçmeyi denediler. Kısa süre içinde halkın coğrafi olarak Atlantikçi ve Rusya taraftarı olarak ikiye bölündüğünü anladılar. Rusya yanlısı bölgeler, Kırım, Donestk ve Lugansk bağımsızlıklarını ilan ettiler ancak bunlardan sadece Kırım, Rusya Federasyonuna bağlanma talebinde bulunmak üzere hızlı bir tepki gösterebildi.
Metinde Ukrayna hükümetindeki yolsuzluğu eleştiren tek bir cümlenin bulunması dikkat çekiyor; bu da G7 üyelerinin yeni müttefikleriyle başlarının belada olduğunun işaretidir.
– Libya
G7, ülkeyi yatıştırmak, petrol kaynaklarının sömürülmesine olanak vermek ve IŞİD’e karşı mücadele etmek için Fayiz el-Sarac yönetimindeki hükümete –halen BM tarafından tanınan tek otorite- destek vermektedir.
Meşru bir yöneticisi olmayan ülke aşiretlere bölünmüş durumdadır. El-Sarrac Hükümeti, Skhirat müzakereleri sırasında (Nisan 2015) BM tarafından kuruldu. Ancak Muammer Kaddafi’nin katledilmesinden sonra NATO’nun oluşturduğu Temsilciler Meclisince hiçbir zaman yetkilendirilmedi. Dolayısıyla da her ne kadar daha itaatkar olsa da diğerlerinden daha meşru değildir. Ne olursa olsun G7 üyeleri, ya rakiplerini katletme ya da yeniden iç savaşı başlatma imkanı tanıyacağı için sadece kendi çıkarı için silah ambargosunun kaldırılmasını desteklediğini açıklamaktadır.
– Afganistan
G7 üyeleri « Afganların hayata geçireceği tüm barış süreçlerini » desteklemektedir, bu da İngiliz-ABD işgalinden ve galip gelenlerin dayattığı Bonn Mutabakatı’ndan 15 yıl sonra hayret vericidir. Afganistan’ın, önümüzdeki Temmuz ayında Varşova’da düzenlenecek olan NATO zirvesine katılacak olmasıyla övünmektedirler ki bu da « Afganların hayata geçireceği » barış süreci ve Rusya’nın askeri açıdan kuşatılmasının sürdürülmesi iradesine ilişkin hakkında bize çok şey anlatmaktadır.
– « Ortadoğu’da barış süreci »
G7, bu ifadeyle İsrail-Filistin anlaşmazlığının gerçekte bir İsrail-Arap anlaşmazlığı olduğunu kabul etmiş oluyor. Şimdiki İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile kötü ilişkileri göz önünde bulundurulduğunda G7, Fransa’nın İsrail ve Filistinlilerin katılımı olmaksızın bir uluslararası konferans düzenlenmesi girişimini desteklemektedir... Bu da G7’ye göre « iki Devleti bir çözüm » yolunda ilerlemenin tek yoludur.
– Yemen
İhtiyatla ilerleyen G7, Yemen’de barışın siyasi geçiş sürecinin yeniden başlatılmasından geçtiğini belirtmektedir. Sokakların kovduğu geçiş ve Suudi Arabistan ve İsrail’in el üstünde tuttuğu Cumhurbaşkanı Abdürrahman Mansur el-Hadi’yi desteklediğini belirtmenin dolaylı ifadesidir bu.
– Afrika
G7 önceki ülkeleri ayrıntılı bir şekilde ele alırken, aynı ilgiyi nedense Burkina Faso, Burundi, Mali, Nijerya, Orta Afrika Cumhuriyeti, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Somali, Güney Sudan ve Çad, Sahel ve Afrika Boynuzu havzasında adı bile anılmayan birçok ülkeye karşı göstermemektedir. Bütün bu ülkeler, birçok sorunu sıralayan ve bunları çözümlemek için hükümetler arası kurumların güçlendirmeleri çağrısında bulunan tek bir paragrafa sığdırılmıştır. Pentagon, AfriCom’un kuruluşu sırasında Afrikalılar tarafından coşkuyla karşılanmamış olmasını hala sindirememiş gibi görünüyor.
Bu paragraf, zirve dolayısıyla davet edilen Çad Cumhurbaşkanı İdris Debi’nin varlığında yazıldı. ABD’lilerin hiçbir devlet başkanının arka arkaya iki dönem kez aynı görevi üstlenmemesi kutsal kuralı bu ülkeye uygulanmıyor. 25 yıldan uzun süredir iktidarda olan Bay Debi, kendi ülkesinde ve Darfur’da birçok cinayeti işlemiş olmakla suçlanmasına karşın, Afrika kıtasındaki askeri yayılmada en iyi müttefiktir.
– Venezüella
G7 aynı zaman hem hükümetle yurttaşlar arasında, hem de hükümet ve parlamento arasında diyalog istemektedir. Bu ifade de hükümetin hem halk hem de siyasi partiler tarafından istenmeyen otoriter bir rejim olduğunu ustaca varsaymaktadır.
Gerçekte, 2014’te çatışmalar örgütlemeyi (« Guarimba ») [7], Şubat 2015’te askeri darbe gerçekleştirmeyi [8] başaramayan Washington, Venezüella’nın « [kendi] ulusal güvenliğine karşı tehdit » oluşturduğuna ilişkin bir kararname çıkarmış [9], ardından en önemli Bolivarcı liderlerden biri olan Diosdado Cabello’yu uyuşturucu kaçakçılığıyla suçlamak üzere bir dosya üretti [10]. Obama’nın Venezüella’lo mevkidaşı karşısındaki nezaketine karşı, 2016 yılında kararname kendi imzasıyla yenilendi. 25 Şubat’ta, SouthCom ve ABD Özel Kuvvetlerinin ülkeyi istikrarsızlaştırmaya yönelik hazırladıkları plan ne yazık ki basına sızdı [11]. Planın hedefi önümüzdeki yıllarda, Levant bölgesinde yapıldığı gibi kaosun kışkırtılmasıdır.
– Deniz güvenliği
Üyelerinin 2009-2010 yılları arasında Afrika Boynuzu’ndaki korsanları örgütlediği G7 [12], sorunla hiçbir ilgisi olmayan Deniz Hukukundan hareketle, Pekin’in Çin Denizindeki taleplerini eleştirmektedir.
Pekin’in talepleri tarihsel olarak meşrudur ve petrol yatakları bulunana kadar kimseyi rahatsız etmemişti. Spratleys ve Paracels Adaları XVIIInci yüzyıla kadar Çin’e ait kabul edildiler. Ancak büyük bir bölümünde insan yaşamadığı için, İmparator buraya hiçbir zaman temsilci göndermedi. XIXncu yüzyılda Çin’in sömürgeleştirilmesi sırasında terk edildiler. Bu yüzden bugün, sömürgelikten kurtuluşu nasıl yorumladığımıza göre, Taipei tarafından da, Beijing tarafından da talep edilebilirler. Ve tabi ki, eski sömürgeci güçlerle onları ülkelerden kovan Çin halkının olaylara ilişkin okuması aynı değildir.
– Nükleer Silahların Yayılımının Önlenmesi ve silahsızlanma
Her zaman barışçıl bir söylemi olmasına rağmen, emperyalist uygulamalarından ötürü G7’nin nükleer silahların yayılımının önlenmesinden ve silahsızlanmadan yana olduğundan şüphe ediyoruz.
Batının ikiyüzlülüğü burada nükleer silahları ortadan kaldırma iradesini açıkladığı için Nobel Barış Ödülüne layık görülen ama tersine ABD nükleer silah varlığını modernize eden ve yaygınlaştıran Barack Obama tarafından temsil edilmektedir. Zirveden hemen sonra, Obama Hiroşima’ya gidip bir söylev vermiştir. Tabii ki özür dilememiştir –selefinin yaptıklarından sorumlu değildir- ama atom bombasının kullanımının meşruluğuna ilişkin soruyu da yanıtsız bırakmıştır ki bu da bu konudaki asıl düşüncesi konusunda şüpheye yer bırakmamaktadır.
G7, geçen yıl bir ailenin atom bombası edinmeyi başardığını ve Yemen’de en az iki taktik bomba kullandığını bilmiyormuş gibi yapıyor [13]. Oysa bu Kuzey Korelilerin yaptığı denemelere göre çok daha ciddi, elle tutulur bir tehlikedir. Ayrıca Suudilerin bu teknolojiye Devletleri Suudi Arabistan adına değil de şahsi olarak sahip olmaları, Nükleer Silahların Yayılımının Önlenmesi Anlaşmasında bir gedik daha açmaktadır.
– Birleşmiş Milletler ve barış harekatları konusundaki reform
Üzerine vazife gördüğü gibi, G7 Birleşmiş Milletlerin örgütlenmesinin geliştirilmesinden yanaymış gibi görünmektedir. Başkan Obama’nın BM’de başkanlığını yaptığı Barış Harekatlarına ilişkin zirvede alınan kararları yeniden ifade etmek için bu fırsattan yararlanmaktadır.
Sorun şu ki, bizzat barışı koruma harekatlarının kendisi BM sözleşmesine aykırıdır. Kuruluşu sırasında, kurucu ülkeler barış anlaşmalarının uygulamasını denetlemek üzere gözlemci görevlerinin oluşturulmasını öngörmüşlerdi. Bu görevler ancak çatışmaya taraf ülkelerin onayları halinde gerçekleştirilebiliyordu. Bugün ise bunun aksine Güvenlik Konseyi kendi çözümünü taraflara dayatıyor, yani herhangi birinden yana taraf tutuyor ve buna saygı duyulması için bir askeri güç konuşlandırıyor. Bu, bir sömürgeci uygulamanın uluslararası hukukla süslenmesinden başka bir şey değildir.
– İnsan hakları
Bu konudaki kısa paragraf görüşlerimin temelini gayet güzel özetliyor: İnsan Haklarına kim karşı çıkabilir? Kimse. Bu arada, metin insan haklarına saygıyı « Devletlerle sivil toplum arasında bir ortaklık » olarak sunmaktadır. Böylece bu haklara ilişkin İngiliz ve İmmanuel Kant’ın sivil topluma ilişkin tanımlarını yinelemektedir.
G7’ye göre, İnsan Hakları, Devlet aklı karşısında bireylerin korunmasıdır. Herkes maruz kaldığı haksızlıklar karşısında hukuk sınırları içerisinde kalmalıdır. « Sivil toplum », yani siyasi partilerin yaşamına katılmayan siyasi aktörler –eskiden sıradan vatandaşlar-, Devlete karşı yurttaşı temsil edebilmelidirler. Bu zırva, en önde gelen İnsan Hakkının İktidardan korunmak değil ama onun meşruiyetini sorgulamak olduğu Fransız, Rus, Küba ve İran Devrimlerinin yok sayılması anlamına gelmektedir. Bu şekilde G7 uluslararası yeni yönetici sınıfın kolay kolay devrilmek niyetinde olmadığını ifade etmektedir.
– Nükleer güvenlik
G7 burada tekniklerin güvenliği (safety) ile tesislerin siyasi güvenliğini (security) birbirinden ayırmaktadır. Konuyla ilgili çokuluslu şirketlerinin hissedarlarını faaliyet alanlarını düzenleyen uluslararası sözleşmeye saygı göstermeye davet etmektedir. Ve nükleer silahların terörist grupların eline geçmesinin önlenmesi amacıyla Beyaz Saray tarafından düzenlenen zirve için kendi kendini kutlamaktadır.
Teröristlerin eline geçebilecek olası nükleer silahlar sorunuyla nükleer silahların yayılımının önlenmesi sorununu birbirinden ayırarak, G7 her iki hedefi de ciddi bir şekilde takip etmediğini açıkça ortaya koymaktadır. Nükleer Silahların Yayılımının Önlenmesi, nükleer olmayan güçlerin nükleer güçler kulübüne katılmasının önlenmesinden ibarettir. Beyaz Saray’ın düzenlediği zirve, Pentagon için her Devlete « yardım etmesi », yani onları daha iyi kontrol etmesi için bir gerekçeydi.
G7’nin geleceği
G7’nin tarihi uluslararası ilişkilerin gelişimini yansıtmaktadır. Soğuk Savaş boyunca, birlikte çalışmayı öğrenmek üzere gizlice bir araya gelen bir Devlet ve hükümet başkanları kulübüydü. Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra, Birleşmiş Milletler dışında keyiflerine göre yönetmek istedikleri dünyanın büyük devletlerinin zirvesi haline dönüştü. Çelişkili bir şekilde, bugün yaşadığı yıkım Rus Devrimi gibi bir siyasi nedenden değil ama bir sosyolojik ayrımdan kaynaklanmaktadır: Rus liderleri eskiden Batıda iktidarda olanlarla aynı ruh yapısındadır, Davos’ta bir araya gelen yeni yönetici sınıfla ortak hiçbir yanları yoktur.
[1] “G7 Ise-Shima Leaders’ Declaration”, Voltaire İletişim Ağı, 26 Mayıs 2016.
[2] “G7 Action Plan on Countering Terrorism and Violent Extremism”, Voltaire İletişim Ağı, 27 Mayıs 2016.
[3] « Plan d’action pour la prévention de l’extrémisme violent », yazan Ban Ki Moon, Voltaire İletişim Ağı, 24 Aralık 2015.
[4] « ABD Suriye’deki ateşkesi ihlal ediyor ve El Kaide’yi silahlandırıyor », Voltaire İletişim Ağı, Çeviren Murat Özdemir, 25 Nisan 2016. « Qui arme les jihadistes durant le cessez-le-feu ? », Thierry Meyssan, Suriye Ulusal Televizyonu, Voltaire İletişim Ağı, 30 Nisan 2016.
[5] « Plainte de l’Iran au Conseil de sécurité », Voltaire İletişim Ağı, 6 Mayıs 2016.
[6] « Résolution 2231 et débats (nucléaire iranien) », Voltaire İletişim Ağı, 20 Temmuz 2015.
[7] « États-Unis contre Venezuela : la Guerre froide devient chaude », yazan Nil Nikandrov, Çeviri Roger Lagassé, Strategic Culture Foundation (Rusya), Voltaire İletişim Ağı, 10 Mart 2014. « Las “guarimbas” de Venezuela : derecha embozada », yazan Martín Esparza Flores, Contralínea (Meksiko), Red Voltaire , 28 Nisan 2014.
[8] “Obama Venezüella darbe girişiminde düşük yaptı”, yazan Thierry Meyssan, Tercüme Nizamettin Karabenk, Voltaire İletişim Ağı, 23 Şubat 2015.
[9] “Executive Order – Blocking Property and Suspending Entry of Certain Persons Contributing to the Situation in Venezuela”, Barack Obama, Voltaire İletişim Ağı, 9 Mart 2015.
[10] « Washington fabrique un dossier contre Caracas », Voltaire İletişim Ağı, 21 Mayıs 2015.
[11] «Operación Venezuela Freedom-2», Red Voltaire , 22 Mayıs 2016.
[12] « Pirates, corsaires et flibustiers du XXIe siècle », yazan Thierry Meyssan, Оdnako (Rusya), Voltaire İletişim Ağı, 25 Haziran 2010.
[13] « Nükleer kırmızı alarm », yazan Manlio Dinucci, Çeviri Osman Soysal, Il Manifesto (Italya), Voltaire İletişim Ağı, 23 Şubat 2016. « L’Arabie saoudite a la bombe atomique », Giulietto Chiesa, Çeviri IlFattoQuotidiano.fr, Voltaire İletişim Ağı, 1 Mart 2016. « Nükleerleşen Ortadoğu! » ve « La bombe saoudienne (vidéo) », yazan Thierry Meyssan, Voltaire İletişim Ağı ve Suriye Ulusal Televizyonu, 7 Mart 2016 ve 29 Şubat 2016.
Bizimle iletişimde kalınız
Bizi sosyal ağlardan takip ediniz
Subscribe to weekly newsletter